logo
Filistin Endüstrisi - 1

Filistin Endüstrisi - 1

Kenan Çamurcu

Filistin konusunda solculara laf etmekten haya duyulması lazım. Onlar yanlış da olsa “Filistin davası” için sorumluluk hissedip ta oraya gittiler. Hem de elli, altmış sene öncesinin imkansızlıkları içinde, binbir güçlükle, büyük fedakarlık ve cesaretle. Canlarını verenler de oldu. Hatıraları yaşasın. Şahin (Alpay) abi, artık tarih olmuş o macerayı, yeni yayınlanan kitabı vesilesiyle Ruşen Çakır’a anlattı. Dava arkadaşı Cengiz Çandar’ın da olduğu bir sohbet ortamında kendisinden de dinlemiştim.

Solcuların can pahasına “Filistin”e savaşmaya gitmesi yanlıştı, çünkü “Filistin ulusu”nun mucidi Arafat, bu sayede akmaya başlayan bağışlar, Arap devletlerinin sağladığı fonlar, kara, kirli ve karanlık para kaynakları sayesinde cebini doldururken onlar beş kuruşsuz hayatlarından vazgeçtiler. Arafat öldüğünde, son dönem halefleri Heniye ve Meşal’inkine yakın, 1.3 milyar dolarlık serveti vardı. Bilinen bu. Gizli ortaklıklar, yatırımlar vs. hesaba katılırsa tam rakam belli değil. Paranın nerede ve kimde olduğu da. Filistin davası uğruna ölen genç solcuların ise hayata başlamaya bile fırsatları olmadı. Bu fedakarlık karşısında saygıyla diz çöküp anılarını takdir etmesi gereken mukaddesatçılar da o sırada onlara “anarşist” diyordu. Bu zamanın “terörist”ine karşılık gelen niteleme. Komünizmle mücadele balçığının tüm doğruluk dürüstlük nişanelerine sıvandığı zamanların cahilce hakaret cümlesi. Muhafazakarlık (mukaddesatçılık, politik mütedeyyinlik, İslamcılık) hâlâ aynı yerde, aynı hissiyat ve husumetle aynı fenalıklara devam ediyor.

Müslümanlığın Filistin davası tam anlamıyla Filistin endüstrisi. Antisemitik cerahatin toksik piyasası. Hakikate sadakatten bahsedip de ona dönüp bakmamaktaki kesif hipokrasi. Halbuki ellerindeki mushafta iki temel prensip kayıtlı: Kendi aleyhine de olsa adaleti, doğruyu, hakikati ayakta tutacaksın (Nisa 135) ve hastalıklı hissiyatla bir kavme kin duysan da adaletten, doğrudan, hakikatten sapmayacaksın. (Maide 8). İki ilkeyi de umursamıyorlar. Hakikatle uzak yakın alakaları yok. Merak da etmiyorlar. Çünkü Müslümanlık, hiçbir ahlakî ödev, insanî duyarlılık, manevi mükemmelleşme gerektirmeyen alt seviye politik kimlik. Kur’an’da müminlik rütbesine yükseltilme talebi reddedilen (Hucurat 14), pax-Arabiana’nın katılımcısı seviyesindekilerin; dış halka, çeper, kabuk, banliyö idrakin ideolojik mirası.

Türkiye’de her türlü cemaat, tarikat ve gruplarıyla tüm Müslümanlıklar için Filistin, Filistinle ilgili değil. Öyle olsaydı Türkiye’nin şehirlerinde bağırıp çağırmak, kafelerde kadınları, çoluk çocuğu darlayıp korkutmak yerine, hazır Suriye de fethedilmiş ve İsrail askerleri Suriye topraklarındayken kitleler halinde yüzleşmeye ve hesaplaşmaya koşarlardı. Bir tek kişi cesaret edip de İsrail askerinin karşısına çıkamadı. Kassamcıların kadın, çocuk, yaşlı sivil nüfusun arasına karışıp arkasına saklanarak vuruşmasını stratejik deha sayan idrakin olağan davranışı. Yerleşim yerlerinde kurdukları pusularda başarılı olurlarsa kahramanlık türküleri, aksi olursa İsrail’in sivilleri öldürdüğü ağlak ağıtları.

Mürailik Ortadoğu’nun dinidir

Müslümanların Filistin’i orada değil burada. Buradaki siyasi muhalifler, ötekiler, farklı düşünce ve inanç kesimleri onların Filistini. Kolay hedeflerle devlet garantili mücadele olunca çok ataklar. Onlardan farklı düşünen, inanan ve yaşayan herkesle hesaplaşırken kullanılan dekordan ibaret “Filistin davası”. Böyle söyleyince siyasi ve ideolojik kaygıyla iyi kötü politik bir işle meşgul oldukları anlaşılmasın. Mevzu dönüp dolaşıp güç ve servet davasına geliyor. Bayağı süfli, değersiz, itibarsız bir emelin peşinde ömür tüketiyorlar.

Bir de Yahudilerin ürettiği malları boykot kampanyaları yok mu, tam festival. Gazzelilerin afiyetle tükettiği yardımların neredeyse tamamının boykot edilen İsrail markaları olduğu gözlerinin önündeyken. Yahya Sinvar’ın, eşini, o hengamede kolunda gezdirmeyi ihmal etmediği 32 bin dolarlık Hermes Birkin çantayla geride bırakıp bir binanın yıkıntısında yanında bir tek Kassamcı olmaksızın tek başına öldüğünde cebinden İsrail ürünü Mentos çıkması da boykotçuları kesin inançlarından vazgeçiremedi. O denli gözleri kapalı, kulakları sağır, bilinçleri mefluç.

Bu söylenenleri İslamofobia, nefret vs. çığırışlarıyla püskürtme manevraları bize sökmez. Perdesiz söyleriz: Ortadoğu’da propaganda asıldır. Gerçek kimsenin ilgisini çekmez. Ahmet Arslan hocanın Murathan Mungan’dan sarsıcı rivayetiyle, Ortadoğu’nun dini mürailiktir.

Mürailik ve ikiyüzlülüğün nüfuzunu ispat babından: Gazze'deki kıyıma alaka insaniyet meselesi ise ve politik bir tarafı yoksa eşzamanlı olarak Darfur'da Hamas müttefiki Cancavidlerin yaptığı katliama devlet katından ve sivil toplumundan bir çift laf, tepki, ızdırap beyanı duymalıydık değil mi? Gazze savaşı sırasında İslamcı militanlar bir günde 773 sivili katletmişti halbuki. Netanyahu’nun Gazze’ye askeri harekâtta on günde sebep olduğu kayıp sayısını Hamas’ın Kassam’ı İsrail’de bir günde gerçekleştirdi, ama Müslümanlıkların hiçbir şubesi bundan hoşnutsuzluk bile belirtmedi. Kassam’ın İsrail kadar gücü olsa o bir günde İsrail’deki bütün insanları imha ederdi.

Gerçeklerin berraklığı karşısında mevzunun hiç İslamofobi falan olmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

Ayrıca Müslümanların “İslamofobi” dediği şey, Batılıların İslam-sentrik sosyopatiye tepkisidir. Dört yüz sene boyunca düşünce, siyaset, bilim, teknoloji alanlarında büyük çaba sarfedip binbir meşakkatle bugünkü gelişmişlik seviyesine ulaşmış Batının, bu süre içinde hiçbir şey yapmamış Müslümanların şimdi sığınmacı talebiyle Batıya koşmasına ve kabul edilmelerine rağmen huzur kaçırıcı işler yapması, vandalizm ve şiddet sergilemesine tepkisinde hatalı ne var? Asıl sorulması gereken, Müslümanların sığındıkları gelişmiş ülke ve toplumlara neden uyum sağlayamadığı, sorun çıkardığı ve huzuru bozduğudur.

Öteden beriden yükselen “Filistin’den sonra sıra Batıda” çıkışları münferit ve önemsiz mi? Batılılar öyle düşünmüyor ve haklılar. Saygı duyulan mollalardan biri coşkuyla anlatıyor: “Nehirden denize Filistin İslam'ındır, geri alınmalıdır. Ama yetmez. İspanya da İslam'ın, onu geri alınca sırada Roma var ve Konstantinopol gibi fethedilecek. Bütün dünyaya boyun eğdirecek Müslümanlar.” Gazze'deki insani dram değil dertleri yani.

Evet, Ortadoğu’nun müslüman mahallesinde yalan hayat tarzı. Propaganda her şey, hakikat hiçbir şey. 2003’te ABD zırhlı birlikleri Bağdat’a girdiği sırada, Amerikalıların “Bağdat Bob” lakabını taktığı, Saddam’ın Enformasyon Bakanı Said Sahaf, şehrin bir mahallesinde ateşli sloganlar eşliğinde kameralara ordunun şanlı direnişini, savaşı kazandıklarını anlatıyordu. Oysa savunmasız Kürtlere ve Şiilere karşı katliamda elini korkak alıştırmayan Saddam’ın ordusu, Amerikalıların işgalinde iz bırakmadan toz oldu. İşgal durulduğunda da bu kez el-Kaide bedeniyle reenkarne olup yine savunmasız insanları düğün dernekte, cenazede, mescitlerde cemaat namazlarında havaya uçurmaya başladı.

Hamas da bitti Hizbullah da

Muhafazakar siyasetçi Netanyahu’nun Gazze’de taş üstünde taş bırakmayan 471 günlük askeri kampanyasının sonunda Hamas’ın sahadaki üst düzey yöneticileri ve militanlarının büyük bölümü öldürülmüşken Katar kadrosundan geriye kalanlar, rehine-tutuklu takasını kabul eden İsrail’e karşı zafer kazandıkları propagandasına start verdi. Trolleriyle ve gerçek kişileriyle Filistin endüstrisinin tüm iştirakçileri katıldı furyaya. İmalatı Katar’da yapılan ve BM gözetimindeki gıda yardımı TIR’larıyla Refah’a sokulan jilet gibi Kassam Tugayları müsamere kostümlerini çocuk, yetişkin, kampta kimi buldularsa giydirip gösteri kıtası oluşturarak BM binaları, insani yardım kuruluşları, Kızılhaç istasyonları gibi yerlerde tuttukları İsrailli rehineleri takas için ortaya çıkardılar. Kızılhaç’ın İsrailli rehineleri taşımada Kassam’a UBER hizmeti vermekten başka işe yaramamakla suçlanması gereksiz iyimserlik olabilir. Zaman içinde gerçekleri öğreneceğimizden emin olalım şimdilik.

Rehine-tutuklu takası sekansını Hamas’ın hâlâ bitmediğine kanıt gösteren dış politikaya hevesli yorumcular var. Onlara, Kassam militanlarına maaşlarını elden dağıtan, örgütte merkezî rolün tek sahibi Sinvar’ın bir bina harabesinde tek başına öldüğünü hatırlatarak Hamas’tan geriye gerçek bir şey kalmadığını, var olanın da Katar himayeli stüdyoda yeşil perdeli efektten ibaret olduğunu hatırlatalım.

Aynısı Hizbullah için geçerli. Liderine bir cenaze töreni, düzgün bir mezar bile yapamamış, bina enkazından naaşını çıkartabildikleri bile şüpheli örgütün varlığından bahsetmek fazla hayalci. Hizbullah’ın bundan böyle lidersiz yoluna devam edeceğini aceleyle beyan ederek kendini sıyırmaya çalışsa da Tehran’ın baskısına direnemeyen zoraki örgüt lideri Naim Kasım, Nasrallah’tan sonra yeni lider de saatler içinde öldürülünce Lübnan’da bile duramadı. Tehran’da da güvende hissetmediğinden gizli saklı, kaçak göçek, gövdesi olmayan bir örgütte şematik lider. Hizbullah’ın kalesi Dahiya’da sokaklarda Nasrallah fotoğrafı, Hizbullah bayrağı kalmadı. Şiîliğin bu en eski tarihsel merkezi ıssızlaştı, Şiî nüfus boşaldı. Göç eden aileler kalacak yer bulamadı, hiçbir siyasi grup veya toplumsal kesim onları misafir etmek istemedi. Hizbullah’ın Lübnan için çok değerli anlamından bahsedenlerin görmek istemediği gerçekler bunlar. 2022 parlamento seçimlerinde Şiî toplumun yüzde 19’undan oy alabilmiş Hizbullah bir anda hiç var olmamış duruma düştü. Naim Kasım, 2024 Aralık başında Tehran’ın, ortada ve sokakta kalmış 233.500 aileye 77 milyon dolara yakın para gönderdiğini açıklamıştı. Paranın ailelere ulaşıp ulaşmadığı belli değil.

Tehran, Suriye’deki Aralık 2024 darbesinden sonra temasın tamamen koptuğu Lübnan’daki taraftarlarına özel bir hava yolu şirketiyle para gönderme testi yaptı. Ama eski zamanlarda kritik ve hassas noktalarda Hizbullahçıların görevlendirildiği Beyrut Havaalanında uçağın tamamı, hatta diplomatik kargolar bile didik didik arandı bu kez. Eskiden olsa esip gürleyecek İran, epeyce düşük perdeden, gönderilen paranın Beyrut büyükelçiliğinin ödeneği olduğunu arzetti yetkililere.

Dış politikaya meraklı yorumculara bilgi notu: Propaganda ve temenniyi bir yana bırakan nesnel yetenekli gözler, yeni Ortadoğu’nun denge, dinamik ve denklemlerinin artık eskisinden çok farklı olduğunu görebilir.

Gazze’yi dümdüz eden kampanyada Hamas liderleri öldürülmesine ve örgüt bitirilmesine rağmen İsrail’e karşı zaferden bahsetmek tabii ki hastalıklı refleks, ama Ortadoğu’nun normali bu. Gerçi İsrailli rehineleri kurtaramayan muhafazakar siyasetçi Netanyahu için de sonuç hezimet kuşkusuz, fakat bunu Hamasçılara başarı yazmak hesap kitap bilmeyen şuursuzların evrenine özgü.

“Esir takası” gününde Hamasçıların gösterisinin bir tek amacı vardı: Savaş sonrasında muhatap alınacak aktör olduğunu kanıtlamak. Fetih’le başa dönüp Gazze’de seçim falan düzenleme türünden “maceralara” girişilmesinin önünü almak. Planın işe yarayacağı şüpheli. Çünkü ateşkesi destekleyen Trump, daha yemin gününde ateşkesten umudu olmadığını açıkça söyledi. Ateşkesin henüz başındayken hem de. Bu açıklamanın mesajını başta Katar tüm çözüm ortakları almak zorunda. 1998’de İsrail’in uluslararası havaalanı inşa edip dünyaya açtığı Gazze’yi “intifada” adı verilen intihar saldırılarıyla karanlığa gömen Hamas’ın var olma hakkı elinden alınacak gibi görünüyor. Muhtemelen Hamasçılar da örgütü lağvedip yerine başka isimde örgüt ya da örgütler kurma senaryolarını çalışıyorlardır. Yeni örgüt ve partiler bir daha dönmemecesine silahlı külahlı işleri bırakmak zorunda kalacak.

İsraillilere rehine sertifikası

Serbest bırakılan İsrailli ilk üç kadın rehineye mezuniyet diploması benzeri sertifika vermişler. Rehin alınmalarını unutmamaları için olsa gerek, kaçırılmalarıyla ilgili detaylı bilgi varmış o belgede. Sürükleyerek rehin alan Kassamcılarla hatıra fotoğrafları ve Yahudilerden arındırılmış bir Filistin haritası koymuşlar torbaya. İslamcıların “hediye paketi” dediği kit. Auschwitz’in işkence uzmanı Mengele’yi imrendirecek seviyede kötülük zekası da olabilir, hamakat düzeyinde tebliğ heyecanı da. Yine de marjlarda sürreal, fazlasıyla kaçık, çok absürd, komik. Ama işte karşılarında “bir daha asla” kültüründe yetişmiş, fiziksel ve psikolojik imha tasarımlarına karşı hep tetikte feminen zeka var. Emily Damari, 7 Ekim günü evi basıldığında onu rehin alanlar köpeğini öldürmek için ateş edince evladını korumaya çalışırken kopan orta parmağının hayaletiyle vermiş onlara cevabını.

Bu vesileyle, Emily’nin Kassamcıların acımasızca katlettiği köpeği Choocha’yı da hüzünle analım. Radikaliyle ılımlısıyla müslümanlık kimliğinin tüm şubeleri doğaya zaten ecnebi ve kötü huylu neoplazma davranışını seçmiş. Ama köpekten özellikle nefret ediyor. Bunun bir sebebi, İran rejiminin hastalıklı tepkisindeki gibi kimsesiz köpekleri evlat edinmeyi Batı tipi yaşam tarzının simgesi görmeleri olmalı. Başka sebepler ve uğursuz planlar da var elbette. Bu meseleyi, “Doğa dini İslam’ın doğa düşmanı Müslümanları” yazımda etraflıca anlatmıştım.

Kalıcı barış imkansız

Mevcut ateşkesin Gazzeliler ile İsraillilerin birbirini kabul edip varlık hakkına saygı duyacağı onurlu bir barışa varacağını boşuna beklemeyelim. Hamasçılar, silahların sustuğu ilk günden başlayarak yeni 7 Ekim’ler, Aksa Tufanları için hazırlandıklarını söylemeye başladı. Yahudilere imha ve etnik arındırma, İsrail’i haritadan silme edebiyatıyla kendilerinden geçiyorlar. Buna karşın İsrail’de çoğunluk barıştan yana. Sadece azınlıktaki radikaller Gazze’yi insansızlaştırma ve Yahudi yerleşimine açarak güvenli hale getirme kabilinden abuk planlardan bahsediyor. Kaale alınmaz olur biter. Ama Gazze ile Yahudiye ve Samarya’da (Batı Şeria) Araplaşmış yerli halkın yüzde 75’i antisemitik hissiyattan ve Yahudileri denize dökme emelinden vazgeçmiyor.

Gerçi bu insanların önemli bir kısmının Hamas’ın civarında bulunmaktan başka çareleri olmadığı da bir gerçek. Yardımlara, fonlara, finansal desteklere ulaşmak için de, üç kuruşluk geçimlik için de buna mecburlar. Bir süre sonra olan biteni düşünecek halleri kalmıyor zaten, içselleştiriyorlar. Hani elini kalbine koyup ve Erdoğan’ın gözlerinin içine bakıp Diyanet vaizi üslubuyla “Rabbim benim ömrümden al, ona ver” diyen kadın vardı, belli ki umduğunu bulamayınca bu kez bir sendikanın basın açıklamasında “geçinemiyoruz” isyanında hesap sorarken görüntülendi. Öyle yani. Kameraya en acayip lafı eden biri varsa o acaipliğin ödülünü alma ümidiyle yapıyor ne yapıyorsa. Gazze’de olan da bundan farklı değil.

Hamasçı Gazzeliler şimdilerde bol küfürlü sosyal medya mesajlarında İsrail’i, yani Yahudileri yok edene kadar durmayacaklarını ilan ediyor her gün. Bu imha amacının karşısında ise Nazi soykırımından sonra “bir daha asla” diyen İsrail var. Onlar da yok etme emeline karşı savaşmaktan vazgeçmeyeceklerini dümdüz söylüyor. 1974’e kadar devam eden savaşlı yılların ünlü başbakanı Golde Meir’in sözü revaçta şu sıralar: “Ölü ve acınacak olma ile kötü bir imajla yaşama arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsak hayatta kalıp kötü imaja sahip olmayı tercih ederiz.” Yani şimdiki denklemde bu işin bir çözümü yok.

Hamas’ın takas listesi neyin kanıtı?

Rehine-tutuklu takas anlaşmasında Hamas’ın verdiği liste, sosyal medya mesajlarında ortalığa saçılan yeni Auschwitzler özleminin trol saçmalaması olmadığının kanıtı. Mesela Hamas’ın iadesini istediği tutuklulardan biri, 7 Ekim günü bir parkta oturmuş kitap okuyan 19 yaşındaki genç kız Ori Ansbacher’e saldırıp tecavüz eden ve kafasını kesen Arafat İrfaiye. Kassamcıların 9 aylıkken rehin aldığı Kfir karşılığında bu vahşi serbest bırakılacak. Bebeğin ailesini öldürdüler. Çocuğun yaşayıp yaşamadığı bilinmiyor. Türkiye’deki İslamcılar 9 aylık Kfir’e “İsrailli esir” diyor utanmadan. 9 aylık bebeği “savaş esiri” diyerek rehin alan ahlak yoksunu Hamas ile Kuvayi Milliye'yi mukayese ettiler bir de. Hamas'a benzeyen tek örnek, hiçbir kutsalı olmayan, güç ve servet için her şeyi mübah gören muhafazakarlıktır. İhvancılık yani. Tarihin berbat zuhuratındandır.

Netanyahu’nun eli silahlı ve savaşçı Kassamcılara yönelik operasyonlarında, Kassamcıların yanı sıra aralarına saklandıkları sivillerin de hayatını kaybetmesi savaş suçu ise Hamasçıların İsrail’de konser alanındaki herkesi, yerleşim yerlerinde yaşlı, kadın, çocuk sivilleri, köpekleri, ağaçları göz göre göre, doğrudan hedef alması, önüne çıkan her şeyi nihilistçe yok etmesi ne olur?

Filistin endüstrisinde makbul mazlumluk var. Hamas ve Kassamcıların her yaptığını onaylayana mazlum deniyor. Yok eğer Kassamcıların, sivillerin arasına saklanarak İsrail askerlerine kurşun sıkmasına karşılık verildiğinde çoluk çocuğun ölmesine yol açmasına itiraz eden mazlum sayılmıyor. “Direniş [Hamas] neden halkın arasında saklanıyor, gitsin cehennemde saklansın” dediği anda el-Cezire’nin mikrofondan aldığı Gazzeli ihtiyar mazlum kategorisine girmiyor mesela.

Gazze'deki kıyım ve yıkımın kınanması vicdanın sesi de, sadece daha az sayıda insan öldürüldü diye gözardı edilen, makul ve mazur görülen Hamas'ın 7 Ekim'deki dehşet verici kıyım ve yıkımına sessiz kalınması vicdanın nesi? Kassamcıların İsrail’in sınır yerleşimlerinde yaptığı katliam neden müslümanların vicdanında yaprak kımıldatmadı? Sorunun bazı cevaplarını “7 Ekim’de olanlar Müslüman vicdanda neden ahlakî kriz yaratamadı?” başlıklı yazımda dilimin döndüğünce anlatmaya çalışmıştım.

Bu insafsızlık ve adaletsizliğe gerçekten kuvvetli bir alkış!

Yahudi etno-teolojik kimliğin var olma hakkına karşı savaş

Kassamcıların 7 Ekim saldırısında kayıp sayısını tarihe kayıt düşülecek boyutta, yüzyılın trajedisi yapmaya odaklanmış katliamına irkiltici bahane ve mazeret üretme potasının dışında kalmış bir tek İslamcı yok. Başbakanlık yapmış olması itibariyle ciddi, empat, diplomatik ve yapıcı olması beklenecek Ahmet Davutoğlu, konserde katledilenlerin konser düzenleyecek başka yer mi bulamadıklarını söyleyebilmişti mesela.

Rejimin milis çetelerinin her ortamda artık canına kastetmeye başlaması üzerine İran’dan hicret etmek zorunda kalan meşhur düşünür Abdulkerim Suruş’un, “silahlı neoliberalizm” başlıklı konuşmasında yaptığı tespit fazlasıyla açıklayıcı: “Şükürler olsun modern teknoloji Müslümanların elinde olmadı da iki dünya savaşı, atom bombası, Yahudi soykırımı gibi fenalıklar elimize bulaşmadı. Güç yetirebilseydik beterini yapardık.”

Kassam’ın cinayetleri, Netanyahu’nun “terörle mücadele” adı altında yürüttüğü kıyım ve yıkımın simetrisi tabii ki. Ama arada nitel bir fark var. Hamas ve destekçileri Yahudi etno-teolojik kimliğin var olma hakkına karşı savaşıyor. İsrail’i haritadan silme tasavvurunu politik temele oturtmaya çalışmak bu nedenle büyük ahlak ayıbına haklılık yoklaması olur. Basbayağı antisemitik ve soykırımcı bir amaç bu.

Hamasçılar ve muhtelif ülkelerden destekçileri “soykırım” kavramını harcıalem kullanıyor. Propaganda niyetine. Oysa soykırım hukuki bir tanım. Ahlaki yanı ağırlıklı ama. Dolayısıyla bu tabiri hakaret için kullanmak, kavramın ortaya çıkmasına neden olmuş tarihsel facianın anısına saygısızlık. Bu nedenle, elinde çayı, tertemiz üstü başı, koltuğa yayılmış, yüzünde keyifli tebessümü ile sosyal medyada “İsrail’in soykırımından kurtuldum” mesajı yazan gence; Hitler’in soykırımından kurtulduğunda saçı kazınmış, 40 kilonun altına düşmüş ve ayakta zar zor durabilen dedesini hatırlatması, toruna anasının ak sütü gibi helal.

Netanyahu’nun Gazze’yi ele geçirme planının öğretmeni, “yavuz” lakaplı Sultan Selim olabilir. Tarih kayıtlarına göre Selim, Gazze’yi istila ederken 6 binin üzerinde insanı kılıçtan geçirmişti. Nüfusun üçte biriydi neredeyse. Neo-Osmanlıcı muhitler Selim’in kıyımını baştacı ediyorken Netanyahu’yu yerin dibine batırıyor. Birini kutsal, meşru, hak; ötekini zalimce bulmanın objektif kriteri nedir?

Fakat yine de muhafazakar Netanyahu’nun, ultra muhafazakar koalisyon ortaklarının sıkıştırmasıyla Gazze’de masif kıyıma girişmesindeki felaketi anlayışla karşılamak insanî değil elbette. Fakat etnik ve dinsel kimliği hedef alarak bir nesli yok etmeyi amaçlama tanımıyla soykırımı İsrail için konu etmek de abes. Yahudi nüfusun çoğunlukta olduğu İsrail’de Yüksek Mahkeme üyesi Arap Müslüman var (Halid Kabub). Orduda, emniyette, bürokraside Dürziler, Müslümanlar, Hristiyanlar ayrımcılık görmeksizin her düzeyde görev yapabiliyor. Ama Hamas’ın yönettiği Gazze’de bırakın etnik ve dinsel çeşitliliği, Hamasçılık dışındaki siyasi görüşlere bile varolma hakkı tanınmıyor. Hamas, Ocak 2006 seçiminde yüzde 44 oyla parlamentoda çoğunluğu sağladıktan bir yıl sonra silahlı kalkışmayla Fetih ve diğer muhalif partilere darbe yapıp yönetime el koyduktan itibaren 17 yıl boyunca seçim düzenlemedi. Gazze’ye akan paraların akıbetini soranları, hatta her aykırı ve muhalif sesi hain ilan ederek çoğu kere sorgusuz infazla cezalandırdı. İbretlik olsun diye cesedin boynuna “hain” tabelası asıp sokağın ortasına atarak ya da motosikletin arkasına bağlayıp caddeler boyunca sürükleyerek.

Gazze’nin yeniden Hamas’ın eline geçmesi işte bu halin başa sarması demek.

17 yıldır seçim düzenlemeksizin Gazze'ye tahakküm eden Hamas'ın, İsrail'e saldırıda kullanmak için kuzeydeki Ümm Nasır köyünü tehcire zorladığını, köy boşaltma saldırısına direnenleri de acımasızca darp ettiğini, hatta olaylar sırasında hayatını kaybedenler olduğunu bilen duyan, tepki gösteren var mı? Olmaz, çünkü Müslümanlık ahlakî ilke değil artık, kabile asabiyeti.

2007'de darbeyle Gazze'nin yönetimine el koyan ve Gazze'yi Batı Şeria'dan koparan Hamas'ın istibdat rejimidir asıl sorun. Madem Romalıların taktığı “Filistin” ismini çok benimsemişler, o adı kullanarak söyleyelim hükmü: Filistinlilerin sorunu Hamas'tır.

İsrail’de ise Hamas’ı ve Hizbullah’ı bitirmiş muzaffer Netanyahu’yu savaşın ortasında yolsuzluk dosyasına binaen ifadeye çağırabilen yargısıyla imrenilecek bir demokrasi var. İran’da Hamenei’yi ifadeye çağıracak bir mahkeme var mı? Türkiye’de Erdoğan’ı? Gazze’de Hamas’a ses çıkarma hakkının teminatı bir hukuk, demokrasi, adalet var mı? İsrail’de toplumun neredeyse yarısı Netanyahu’nun Gazze operasyonunu “katliam” olarak niteleyebiliyorken ve bir tek kişi hakkında bile adli işlem yapılmazken Türkiye’de, Suriye’nin Tişrin Barajı yakınlarındaki askeri operasyon sırasında ölen iki kişiyle ilgili haberde onlara “gazeteci” diyenler hakkında “terörü övme” suçlamasıyla soruşturma açıldı. Tutuklananlar oldu.

Filistin endüstrisine rağbette sosyal karne

Yahudileri büyük Babil sürgününden kurtarıp vatanlarına döndüren iftihar edilecek tarihsel mirasına rağmen bugünkü İran’ın İsraille ne derdi olabilir? İsraille savaşmayı neden üstüne vazife edindi? Cevabını yazmıştım: Ruhullah Humeynî’nin 1989’da Selman Rüşdi hakkındaki ölüm fetvasının “ümmeti birleştirme”ye dönük politik amacına rötuşla, Hameneî’ye temsil ettirilen gulat Şia’nın Sünnilikler arasında nüfuzunu artırarak Şiilikler arasında yayılmasını sağlayacak enerjiyi üretmek.

Kasım Süleymanî, “direniş ekseni” örgütleri desteklenmezse bombaların Tehran’da patlayacağı gibi bir askeri doktrin de geliştirmişti. İfade biçimi sakil ve yakışıksız kuşkusuz, ama bunu akıl edecek kurmay yetenekten yoksun biriydi Süleymanî. Meramını aktaracağı Farsçası da iyi değildi zaten. Ölümünden sonra vasiyeti yayınlandı Sipah medyasında. Çok yerde parantez içinde cümleleri tamamlanmış, metin editten geçmişti.

Medineli Yahudi’nin cenazesi önünden geçerken ayağa kalkan, “Ama o Yahudi” denildiğinde de “İnsan değil mi?” cevabını veren (Müslim 961), hatta cenaze gözden kaybolana kadar ayakta duran (Nesai 1927) Peygamber’den, suçlu suçsuz gözetmeden ve çoluk çocuk demeden Yeruşalayim’e ve diğer şehirlere füzeler fırlatan Hamenei’ye, İran’daki sapma açısı hesaba sığmaz. Yozlaşma ve çürüme devasa. Filistin endüstrisinde bütün bu fenalıkları meşru görmeyi sağlayan sözde gerekçe de Netanyahu’nun aynı şeyleri Gazzelilere yaptığı gerekçesi. Yani Müslümanlıkların gözünde iyi-kötü, doğru-yanlış yok artık. Hasmının yaptığına aynıyla misilleme hakkını makbul, meşru, caiz görüyor. Bu ilkesizlikten yılmış ahlak arayışındaki insanlığa sözü olan İslam bu mu? Diğer anlayış ve bakışlardan hiç farkı olmayan böyle bir dini insanlık ne yapsın?

İsrail’in, Tehran’ın tam desteğini almış 7 Ekim saldırısına (Hamenei’nin ilk saatlerde “alakamız yok” açıklaması alakanın üst düzeyde olduğunun kanıtıydı) neden bu denli büyük, aşırı, yıkıcı tepki verdiğini Amerikalıların 11 Eylül saldırısıyla ilgili değerlendirmesi açıklıyor: El-Kaide, 2000’de Aden Körfezinde USS Cole muhribine saldırıp 39 Amerikan askerini öldürdüğünde gerekli sert tepki verilmediği için bir sene sonra New York’un göbeğine saldırdı ve 2900 insanı öldürdü. Yemen saldırısı 11 Eylül saldırısı için reaksiyon testi idi. Tel Aviv’in bu tecrübeden ders çıkararak olabilecek en üst düzeyde tepkiyle ardıl saldırıları önlediği ve caydırdığı düşünülüyor.

Aklı fikri İsrail’in 2006’da Hizbullah’la yaşanan çatışmadaki başarısızlığında kalmış Tehran’ın, Gazze ve Lübnan operasyonları üzerine durumun ciddiyetini anlayıp keskin fren yaptığı ortada.

Tehran, halihazırda panik halinde hasar kontrolü çalışmalarına odaklanmış durumda. Majestelerinin muhalifi ve reformcusu Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan rejime makyaj tazeletmekle meşgul. Danışmanı Cevad Zarif, Davos’ta İran’ın hiçbir ülke için güvenlik tehdidi olmadığına dil döktü. Hameneî de bir süredir Kudüs Ordusu’nun adının da sanının da ortada görünmediğinden emin olmaya özel önem veriyor. İsmail Kaani kayıplara karıştı. Keza Besiç’in başı Muhammed Rıza Nakdî de. Hamenei, Putin’in Esad’dan vazgeçme hızından gerekli dersi çıkarmış görünüyor. Harareti yüksek haykırışlarla düşmanlık telini gerim gerim geren radikalleri sahneden indirdi, onların yerine başdanışmanı Laricani gibi ılımlı profilde isimleri oyuna soktu. Laricani, Batılıları ikna edene kadar süreceği anlaşılan replik tekrarında şimdilerde: “7 Ekim olana kadar haberimiz yoktu.”

Daha da ileri gitti ve şöyle dedi: “Direniş ekseninin örgütlerini biz kurmadık. Bölgede onların ortaya çıkmasını gerektirecek neden vardı, İran da onlara destek verdi.” Doğru değil tabii ki. 1982’de Emel’den koparılmış militanlarla Hizbullah’ı kuran da, Irak’ta IŞİD bahanesiyle Haşd Şa’bi ve farklı segmentlere hitaben Ketaib Hizbullah ve benzeri tabela örgütlerini kuran da Tehran’dı. Yemen’de Husileri Kudüs Ordusu’nun İsrail’e karşı füze rampası yapan ve Aden Körfezi’nde petrol fiyatlarını regüle edecek korsanlık faaliyetine koşan da Tehran’dı. Hameneî’nin “direniş ekseni” ofisinin bu işlere harcadığı paranın haddi hesabı yok. Halk ekonomik güçlüklerle boğuşurken yapılan bu hovardaca harcamalar, başını örtme zorunluluğu ve başka ilkel dayatmaların da tahrikiyle, kamuoyu araştırmalarına göre, İranlıların yüzde 85’ini rejimi reddetme noktasına getirdi. Seçimlere katılım, önceki yıllarda yüzde 80’in üzerindeyken meşruiyeti ortadan kaldıracak seviyeye, yüzde 40’ın altına düştü.

Hal böyle olunca rejimin taşıyıcı kolonu vasfından kopuş mesajları veren bireysel arınma çabaları sağdan soldan zuhur ediyor. Cumhurbaşkanlığı sırasında Yahudi soykırımını inkar edip İsrail'i haritadan silmeyi vadeden Ahmedinejad, mutlak güce kavuşturduğu gulat/aşırı Şia tarafından tüm suçların faili yapılınca İsrail gazetesine verdiği röportajda “Onlar antisemitik, ben değilim” demişti.

İran toplumu eğitimli ve yüksek kültürlü. Filistin endüstrisinin iş görmediği belki tek yer İran’dır. “Gazze yaz ... gönder” kampanyalarına asla dönüp bakılmayan ülke. Çünkü çok yönlü sorgulama ve dirençli muhakeme hep uyanık orada. Türkiye’de ahalinin çoğunluğunun basit soruları soracak muhakeme yaşından uzakta olmasıyla kıyaslanmayacak seviyede ileride İranlılar. Türkiye’de mevcut otokrasiye sosyoloji desteğini mümkün kılan jeneolojik çürüklük İran’da yok.

Bir yerde otokrasi, diktatörlük olabilir, zorbalıkla bir süre gücü elinde de tutabilir. Ama aklını tatile çıkarmamış bir toplumda taraftar bulamaz ve mutlaka devrilir. İstisna olarak Hitler’in bulduğu akademik, entelektüel, sosyal destek örneğinde Alman ruhunun, Avrupa’daki varoluşsal krizin, çıkış arayışlarının etkin rolü vardı. Tekno-bilimsel pozitivizmin bayraktarı komünizme karşı ontolojik anlamın üstünlüğünü savunan Heidegger’i destek vermeye sevkeden saik yani. Ama sözgelimi Latin Amerikalarda son derece romantik ve lirik mücadelelerle yaşanan devrimlerde kaba diktatörlükler yapayalnızdı. Görkemli 1979 İran devriminde de. Düşünce ve sanattaki üstün meziyetleriyle halkın karşısında İran’ın şu anki rejimi de yapayalnız.

Türkiye’yi uzun uzun konuşmaya hiç gerek yok. Yahudi düşmanlığını 6-7 Eylül 1955’de gayet açık ve net ifade etti bu toplum. Aynısını yine yapacak potansiyel fazlasıyla var. Merhum Teoman Duralı hoca toplumun karatını ölçmüştü: “Söylemesi çok zor ve ağır bir şey söyleyeceğim. Kişiler gibi milletlerin de yatkınlıkları vardır. Bizim felsefeye yatkınlığımız yok. Üç aşağı beş yukarı sıfıra sıfır elde var sıfır. Bütün eserlerimi Türkçe yazdım. Gömseydim daha iyi olurdu. Hiçbir etkisi, hiçbir sonucu olmamıştır, olacağı da yok.”

Duralı hocanın hüzünle tasvir ettiği mental şema, son yirmi yıldır bu şemanın siyasetteki yansımasının kudretli iktidarınca da teşvik gördüğünden Filistin endüstrisinin en çok Türkiye’de piyasa yapması olağan iş haliyle. Ranttan payını almaya odaklanmış IBAN esnafının hakikati görünmez kılmak için sarfettiği çabayı da atlamamak lazım. Bağış toplayıcıları bağışların Gazze'ye ulaştırılmasıyla ilgili detayları şeffaf biçimde anlatmıyor. Ama kimse de yaptığı bağışın nakdi olarak ya da başka ihtiyaçlara dönüşerek şu şartlarda Gazze’ye iletilmesiyle ilgili akla gelen onlarca sorudan birini bile sormuyor. Meşal'in veya Heniye'nin Katar bankalarında nasıl olup da bu kadar çok milyon doları bulunduğuna şaşırmak gerekmez öyleyse.

Filistin meselesinde oyuna giren yeni dinamik ise seküler Türkçülüğün refleksi. Arap Filistin’e tepkili ve İsrail’le ne derdimiz olabileceğini sorguluyor. ‘70'lerde Filistin meselesi “komünistler”in ilgi alanında olduğu için Ülkücülük mevzuya mesafeliydi, ama Ocak'ın doktrinindeki antisemitik duyarlılıkla İsrail'e karşıydılar. Şimdiki Türkçü nesil ise etnik duyarlılıkla Filistin'e mesafeli olunca antisemitik duyarlılıktan arındı. İlginç ve değişik denklem.

Filistin endüstrisinin yalan ezberleri

Filistin endüstrisi mebzul miktarda yalan, yanlış, sahte ezber ve klişelerden oluşuyor. Sloganlarının tamamı böyle.

Mesela “işgalci siyonist rejim” sloganı aslında bir küfür cümlesi. Gerçeği ifade etmek için değil hakaret ve suçlama için bir araya getirilmiş kelimeler bunlar. Buranın etnik birlik özlemini işaretleyen “kızıl elma” kutsal, ama oranın vatana dönüş simgesi “siyon” suç öyle mi?

Siyonizm (teritoryal İsrail milliyetçiliği, kültürel etnosembolizm) karşıtlığı gerçekte semitik kökene husumeti gizlemede kullanılan maske. Pink Floyd üyesi Roger Waters, “Davud yıldızı hayatımda gördüğüm en iğrenç şey” hakaretiyle gizlenme gereği duymayanlardan. Müslümanlar, kendi dinî geleneğinde “Süleyman mührü” adı verilen, tarihsel dinî ve sivil yapılarda çokça nakşedilmiş bu peygamber simgesine hakareti hararetle alkışlayarak katıldı antisemitik hezeyana.

Yahudilerin 5 bin yıllık yurtları İsrail’e dönmesini ifade eden Siyon hayalini kötü bulanlar, aynı hülyanın Türk versiyonu olan “kızıl elma”yı her yerde kullanıyor, Yunanistan’ın Türkiye’ye sınır topraklarına “Batı Trakya” diyor, Çin’in topraklarının bir kısmına da “Doğu Türkistan” adını veriyor. Ama Kürtler 3 bin yıldır yaşadığı topraklara “Kürdistan” dediğinde kıyameti kopardıkları gibi Yahudilere de anavatanları İsrail’i reva görmüyorlar. Müslümanlıklar, kendi kapalı dünyalarında ortada bir çelişki ve tuhaflık bulmuyor olabilir. Ama bu şizoid obsesyonun uygar dünyada normal karşılanmasını da bekleyemezler.

Yalın gerçek şu: Filistin diye bir ülke olmadı tarihte, devlet de olmadı. Orası antik ve kadim Yahuda/Yahudiye idi. Roma vilayetiyken özgürlük isyanları nedeniyle Romalılar Yahudilere ceza olarak ülkenin adını değiştirip “Filistin” yaptı. Tam adıyla “Suriye Filistini”. Müslüman fâtihlerin “Şam Beldeleri” adlandırmasının ilhamı buradan.

İngilizlerin atadığı müftü Emin el-Hüseynî, aynı siyasi geleneğin nehir yatağında İngiliz manda yönetiminden, Yahudilere Roman muamelenin tekrarını bekledi. Israrla çabaladı. Olmadı, başaramadı. Umduğunu alamayınca Roma’ya varislik iddiasındaki Hitler’e müracaat etti. Bunun için Müslümanlardan Nazi tugayı bile kurdu. SS’lerin başı Himmler, Hüseynî’ye gönderdiği mektuplarda ortak düşman Yahudilere karşı birlikte mücadeleyi kutluyordu. Hüseynî de Führer’e saygılarını sunarak, ortak düşman olan Yahudilere ve komünizme karşı savaşın mutlaka kazanılacağını, bu nedenle tüm kalbiyle Almanya ile işbirliği yapacağını yazıyordu.

Arafat’ın seküler Fetih hareketi de onun dinselleşmiş şekli Hamas da işte bu antisemitik mecrada kuralsız savaşın ideolojileştirmesine adadı kendini. Türkiye’de dindar kitlesel hassasiyet komünizmle mücadele ve Yahudi karşıtlığı kaynağından besleniyor başından beri, ama Fetih, dönemsel Arap milliyetçiliğinin tercihine bağlı kalarak Batı’dan ziyade SSCB ile iş tutunca “Filistin davası”na hissiz kaldı uzun süre. Hamaslı yıllarda Yahudi karşıtlığı Müslümanlığın anlatısıyla meşrulaştırılınca adapte olmakta zorlanmadı. Bu damarı İran’a transfer eden Hameneî’dir. Hem Sünnî çoğunluk içinde kabul görmekle ilgili pratik gerekçeler hem de Yahudi nefretiyle varolan ideolojik nedenlerle.

Politik lugattaki “Filistinizm”i antisemitik nefret ve karşıtlığı tanımlamada da kullanabiliriz. Filistinizm (philistinism), dar kafalılık, kabalık, estetikten uzak olmak demek. Yahudilerin özgürlük isyanlarına ceza olarak Romalıların Yahuda'ya Filistin adını vermesi, Yahudiler dışında kaba saba gördüğü yerli halkı böyle nitelemesinden ve Yahudilerin ülkesini bu halkın zimmetine geçirmesinden. “Filistin davası”nın bundan başka tarihsel dayanağı yok. Kurgu tarih ve senaryolarla Arafat’ın icat ettiği “Filistin davası”, zaman içinde dinselleşerek cihadçı kimlik kazandı, hepsi bu.

Gazze’de parçalanmış çocuk bedenlerini kameralar önünde saygısızca teşhir eden militanlar ya da naaşları biraraya toplayıp ortasına konmuş kürsüde basın açıklaması yapan doktorlar işte o Filistinizmin, kaba sabalığın vitrin yüzü. Yapılanların hiçbiri İslamî âdâba uygun değil, ama böyle olup olmadığı umurlarında değil. Yeter ki İsrail ve Yahudi karşıtlığına yarasın, Yahudileri vatanlarından sürüp çıkarmak ve etnik temizlik için küresel finansal ve siyasi destek eksik olmasın.

IŞİD'in bir gelecek tasavvuru yoktu. Tanrıyı kıyamete zorlama doktrininin Müslümanlık içinden mümessiliydi sadece. Sergilediği vahşet ve dehşetin tek amacı son vaktin çıkagelmesini sağlayacak topyekün savaşı çıkarmaktı. IŞİD kültürünün mensubu Hamas da 7 Ekim'de aynı doktrinin mümini olarak Tehran’dan tam destekle Netanyahu'yu ve sağ radikalizmi yıkıcı saldırıya tahrik etti. Başardı da. Fakat IŞİD gibi Hamas da umduğu sonucu alamadı. İsrail’i haritadan silme ve Yahudilere etnik temizlik sürecini tetikleyecek bir savaş çıkaramadı 7 Ekim tarihli Aksa Tufanı.

Mevzu ilk kanı kimin döktüğü ise

Hamasçılığın taraftar tribünündeki en meşhur klişe, “Filistin’de 1948’den beri devam eden işgal”. Bir de Netanyahu’nun şu anki askeri kampanyasında yaşanan masif kıyımın 70 senedir devam ettiği iddiası.

Elbette ki doğru değil. Tarih kayıtlarına göre Gazze, Yahudiye ve Samarya’da (Batı Şeria) yerli Yahudilere ve Avrupa’dan gelen göçmenlere terör saldırılarını başlatanlar, Müslümanlaşmış ve Araplaşmış halkın örgütleriydi. Müslümanlar daha 1929’da Hebron (el-Halil) katliamında Yahudi yerleşimlerini basıp çoluk çocuk katlettiler. Hebron Katliamının 7 Ekim saldırısının tarihsel kökeni olduğuna ilişkin değerlendirmeler yazıldı. Mesele ilk kanı kimin döktüğü ise hiç tartışmasız asıl fâil Gazzeliler, Yahuda ve Samariyalı Araplardır. Yahudilerin örgütlenip bu saldırılara karşılık vermesi ve onların da ipin ucunu kaçırması sonraki iştir.

İslam-sentrik bakış, başkasının ne düşündüğü ve ne hissettiğiyle ilgisiz, üstelik umursamaz, empati yoksunu, hatta sosyopattır. Müslümanlar bir ülkeyi ele geçirip toplumu tahakküm altına aldıklarında bunun adı “fetih” oluyor ve işgal kutsallaşıyor. Başkaları aynı şeyi yaptığında gayri meşru, insanlık dışı ve emperyalizm kabul ediliyor. Hatta İspanya örneğinde, Müslümanlar başkasının ülkesini işgal ettikten sonra o ülke halkı güçlenip memleketini Müslümanlardan geri aldığında bu neredeyse toprağın asıl sahibini işgalci ve istilacı görmeye kadar varıyor. Müslümanlar arasında İspanya’yı yeniden fethetme, yani işgal ve istila edip Endülüs’ü geri getirme hayali hâlâ var.

1948’den başlayarak 1974’e kadar İsrail’i haritadan silme hedefiyle tüm savaşları bölgedeki Arap devletleri, Gazze, Yahuda ve Samaryalı Arap örgütler başlattığı ve hepsinde de yenildikleri halde kaybettikleri toprak neden işgal edilmiş sayılıyor? Müslümanlara hak olan kılıç hakkı İsrail’e neden hak değil?

Herkesin bildiği elden ele dolaşan o ünlü kurgu haritada bugünkü İsrail’in tamamı 1948 öncesinde Filistin olarak gösteriliyor. Kurgu haritaya göre 1967 savaşından sonra İsrail daha da büyüyor ve Filistin küçülüyor falan. Bu senaryonun gerçek olmadığını başlangıç seviyesindeki tarih bilgisiyle tespit etmek mümkün. Gerçekte o haritanın birinci karesinde Yahudiye’nin tamamı İngiltere manda yönetiminde gösterilmeli. Araplar, Yahudilere etnik temizlik için başlattıkları her savaş sonunda toprak kaybettiler ve bugünkü haritaya gelindi. Aslında İsrail, Arapların saldırısıyla başlayan tüm savaşları kazanan taraf olarak toprakların tamamını ele geçirme hakkını kullanmadı, 1967 savaşından sonra BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına uyarak elindeki toprakları iade etti.

İngiliz mandasındayken yüzde 55’in Araplara, yüzde 45’in Yahudilere verildiği BM'nin 1947 planında öngörülen iki devletli yapının oluşması, Yahudileri imha amacıyla başlatılan 1948 savaşının sonunda kadük hale geldi. Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin 1968 tarihli el-Misaku'l-Vatani’si, İngiliz mandası dönemindeki Arap-Yahudi Filistin ülkesini devletin sınırı saymasına rağmen, bu, Yahudilere etnik temizlik anlamına geldiğinden Araplar 1993 ve 95 Oslo anlaşmalarında Batı Şeria ve Gazze'de bölgesel yönetim planını kabul etti.

Bu konular, ilgili kitaplarda detaylı olarak yer alıyor. Meraklısı o çalışmalara bakabilir.

Filistin davası, Kudüs davası vs. temalı soykırımcı ve etnik arındırmacı coşku, hem de bunu Miraç isimli uydurma öyküyle kutsallaştırma işi, Müslümanlığın, insanlığın tarihsel yürüyüşünde saygın yeri olamayacağının kanıtıdır.

Adına konuşulan İslam’ın ve Peygamber'in Kudüs davası yoktu. Emevilerin isim değişikliği yapıp “Medinetu’l-Kuds” (kutsal kent) adını verdiği Ken’anlıların Yeruşalayim’i, Bizans'ın siyasî ve Yahudilerin dinî yönetimindeyken Beytu’l-Makdis’i (mukaddes), yani Süleyman Mabedi’ni (mescid) kutsal mekan ilan etti. (Suyutî, 9783). İsra suresinin ilk ayetinde Mekke’ye uzak mesafedeki mescit anlamında “mescidu’l-aksa”. O sırada Yahudilerle Medine'yi ortak vatan yapan anlaşmayı imzalıyordu.

Süleyman Mabedi (mescid), Peygamber’in Mekke’de vahye tanık olmaya başladıktan itibaren 15 yıldan fazla zaman boyunca namaz kılarken kıblesiydi. Peygamber’in bu yüzden canının sıkkın olduğu ve kıblenin değişmesini istediği, nihayet Medine’ye hicretin ikinci yılında ayetle bu değişikliğin yapılmasına çok sevindiği hikayesi uydurmadır. Bu meseleden, bir sonraki “Filistin Endüstrisi-2” yazımda bahsedeceğim.

Peygamber’in Kur’an ayeti sözlerinde ve diğer izahlarında Yeruşalayim’in İslam'a ait olduğuna ilişkin ima dahi yoktur. Tarihin bir döneminde Müslümanların ele geçirmiş olması şehri ebediyen temellük için meşru sebep sayılmaz. Müslümanlar, Emin el-Hüseynî'nin liderliğinde Yahudileri tarihsel vatanlarına sokmamak için Hitler'e asker yazılacağına ikibin yıllık sürgünden dönen kuzenleri Yahudilerle İngiliz işgaline karşı birlik olup Peygamber'in Medine Vesikası mirasını ihya etmeliydiler.

Peygamber'in Medine modelini bırakıp Faşizmle işbirliği yapmak, Müslümanlara övünülecek miras mı bıraktı?

05 Jun 2025

0 Yorum