
Kenan Çamurcu
17 Ağustos depreminin merkez üssü İzmit Körfezi’ydi ve bu nedenle şehrim İzmit, ağır bir yıkım yaşadı. Çok ağır. Bağçeşme mezarlığında ölüm tarihi 17 Ağustos 1999 yazan küçücük bebek kabirleri var, çok sayıda.
Hocalığı kendinden menkul freelance vaizler, tarikat ünlüleri, cemiyet cemaat liderleri, bâtıl kanaatlere önderlik yapan başlar ve muadili her türlü analog dönem dinsel çığırtkanlarının, depremde kıymetlilerini kaybetmiş ve yasını bile tutmaya fırsat bulamamış mağdur, mazlum, mahrum ahaliye zelzelenin Allah’ın cezası olduğunu haykırdığı günlerdi. Müslümanca yaşamaktan uzaklaşmışız, açık saçıklık her tarafı sarmış, günahlar almış başını gitmiş, e başka ne bekleyecekmişiz, Allah işte böyle belamızı verirmiş.
Tevellüdü müsait olanlar hatırlayacaktır. Küçükler de arşivlerden ulaşabilir. Sosyopat hissizler bunların hepsini söyledi. Fazlası var, eksiği yok.
Elbette ki makul ve mutedil dindarlar, depremin Allah’ın cezası olduğunu nereden bildiklerini sordu bu densiz hadsizlere. Kur’an’dan verdikleri örneklerin tarihsel bilgi olduğunu, bütün depremlerin ilahi ceza anlamına geldiğine dair kural çıkarılamayacağını metodoloji prensibi olarak izah etmeye çalışan ilahiyatçılar da çıktı. Ama örgütlü dinsellik karşısında zayıf kaldılar, onlarla başetmeye güç yetiremediler, seslerini yeterince duyuramadılar. Devlet de nedense “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” muamelesini çalıştırmadı onlar için. Siyasi muhalifler olunca anında harekete geçen amansız takibat, tersyüz edilmiş İslam giysisiyle ortalığı karıştıran başıboş provokatörlere gereksiz ve yersiz anlayışlıydı.
Dine, dinsel olana ve dini çağrıştıran herşeye bugün afallatan oranlarda patlayan tepki, öfke ve reddiyenin mayalanması ta o günlere kadar gider ve insanların acılarına ileri seviyede saygısızlık eden organize dinselliğin her zamanki marifetidir.
17 Ağustos’taki kusursuz felaket, insanlarda acıya tahammül eşiği falan bırakmadı. Bütün hissiyatı dümdüz etti. Yerçekimsiz duygu evreninde oradan oraya kontrolsüzce savrulurken Can Dündar’ın Cumhuriyet’te yazdığı “Gazabın merhametini geçti” yazısı vicdandaki magmanın fışkırmasına vesile oldu. Depremi yaratan mutlak muktedire tam da bunu söylemek istiyorlar, ama cesaret edemiyorlardı. Dündar’ın yazısını defin merasiminde cenazelerinin başında okuyanlar oldu. Belli bir bahşiş karşılığı yanık sesle ayetler okuyarak öte dünyaya transferi cennet garantili hale getiren kârilerle teselli bulmak istemiyorlardı. İtiraz ve isyanları vardı ve tepkilerini öyle ifade ettiler.
Yazının güçlü etkisini gören organize dinsellik her zamanki cahilliğiyle linç fırsatını kaçırmadı elbette. Dündar’ın Allah’a asi olduğunu, insanları isyana teşvik ettiğini, böyle şeyler söylemenin dinden çıkartacağını falan haykırdı. Havada irtidat, cehennem, küfran-ı nimet, nankörlük, kafirlik tehditleri uçuştu. Yükseltilen gerilimi düşürmeye çalışan Dündar, yazıda doğanın gazabının merhametini geçtiğini söylediğini defalarca anlattı. Aleyhindeki kampanyaya konu edilen niyetle yazmadığını sürekli düzeltmek zorunda kaldı. Örgütlü dinsellik “a öyle mi, pardon” demedi tabii ki. Dinî istibdada gün doğmuşken bu fırsatı teper mi?
Dündar, belki çekindiği için belki gerçekten Allah’ı değil doğayı kastettiği için öyle söyledi, bilmiyorum. Allah’ı kastetmişse korkup çekinmesine gerek yoktu aslında, teolojik bakımdan insanın ona sitem ve isyan etme hakkı var. İsyan ve itiraz, itaat gibi inancın bileşenlerinden. Mutlak kusursuz ve mükemmel olan Yaratıcı, yarattığı hayattaki kusurlu, eksik, kötü olana neden engel olmadığını bize açıklamadığına göre beşeri tepki isyan da olur, sitem de, şikayet de. Yakup peygamber, oğlu Yusuf’u yitirmenin acısıyla “Kederimi ve üzüntümü Allah’a şikayet ediyorum” (Yusuf 86) demedi mi? Ayette net biçimde “şikayet” kelimesi geçtiği halde müesses Müslümanlık ayeti tahrif ederek “Allah’a arz ederim” diye tercüme ediyor. Yukarıdaki Tanrıdan aşağıdaki insana doğru bir hiyerarşi varsaydığı kulluk teorisine uydurmak zorunda çünkü. Taha 121’de Adem’in Allah’a asi olduğunu ve yoldan çıktığını (asâ ve ğavâ) gayet açık anlatan ayeti tahrif ettikleri gibi. Tefsirler, buradaki “asi olma”nın bilinen anlamda isyan olmadığına dayanaksız, temelsiz iddialarla dil döküyor.
Hayatlarının lugatında yokluk olmayanlar, hayatları yokluktan ibaret olanlara, yaşadıkları berbat hayatta sabrı telkin ederken işte bu yorumlara görev veriyor. İkazın varsayımına göre, yoksul ve yoksunlar eğer yaşadıkları hale ağızlarından küçük bir sitem, isyan, itiraz lafı kaçırırlarsa ahiretlerini de berbat ederler. Bu dünyası zaten berbat olanın bir cümleyle ahireti de berbat oluyor yani. Sonra gelsin mutlak âdil, merhametli, kullarını koruyup kollayan Tanrı edebiyatı.
Onların tasavvurundaki Tanrı, binbir hile hurda ile elde ettikleri servet ve kudretle güçlü, varlıklı, müstağni olanların yar ve yardımcısı, ama ne kadar çabalasa da en alt basamaktan yukarı çıkamayan zayıf, yoksul, muhtaç zavallıları görecek gözü yok, sevmiyor onları ve umursamıyor.
Anarşist natürizmin hakikat sevgisi, organize dinselliğin iktidar obsesyonu
Gazap-merhamet çelişkisi ve çatışmasına dair varoluş teolojisinde karşımıza çıkan sorulara bakmayı teklif edeyim. İşin içinden çıkamayan Müslüman uluların, sınırlı ve kısıtlı aklımızın almadığı konularla meşgul olmamak gerektiğini salık verdiği sorular bunlar.
Cahilce vaazların klişe ve ezberleriyle dinî hayatını idame ettiren popüler Müslümanlık Kur’an okumasını bilmez. Ayetlerde anlatılan öyküleri anlamlandırmayı, ifade ve önermeleri o günkü kültürel ve tarihsel durumlarla ilişkilendirmeyi, kendi zamanına dönük aklı başında ve bilgi değeri taşıyan sonuçlar çıkarmayı beceremez. Çünkü hemen her alanda olduğu gibi din konusunda da eğitimsiz, vasıfsız, liyakatsiz, yetersiz, donanımsız, niteliksizdir. Hal böyle olunca Kur’an’da anlatılanları sözde yorumlarken yapılmış gereksiz, yersiz, manasız detaylandırmaların peşinde oyalanır durur. Asıl olanı, esası, mahiyeti, öz ve cevheri göremez, anlatılsa anlayamaz, idrak edemez. Çünkü meraksız ve hevessiz.
Gayet beşeri bir çalışmayla matbaada makineler tarafından kağıda basılmış -çöp olan hatalı baskıların da toplanıp atıldığı/yakıldığı- kitabı (mushaf) “Kur’an” diye kutsayarak yükseklere asmaktan ibarettir dini diyaneti. Hani Ömer’in halife olduktan sonra anlattığı otobiyografisinde, helvadan (veya hurmadan) put yaptığı, acıkınca yediği (Mahmud el-Akkad, Abkariyyetu Ömer, Mansura: 2015, s. 214) anısı var ya, onun tıpkısı. Ali, Ammar gibi putlarla hiç işi olmamış şahsiyetler bir yana, Müslüman olmadan önce heykellere kutsallık atfetmiş olanların bile yapmadığı akıldışı davranış. Kendi elleriyle imal ettikleri kitap baskısına ilahi kutsallık, abdestsiz dokunulmazlık, belalara karşı koruma tılsımı özellikleri atfetmeleri ancak derin ve koyu cehaletle açıklanabilir.
Hiç düşünmezler, Kur’an’ın kitaplaşmadığı dönemde, Kur’an’ın bedenlenmiş hali Peygamber, “konuşan Kur’an” lakaplı Ali ve diğer Kur’an bilgini sahabeler bugünkü kitap muamelesi mi görüyordu? Kur’an’ın kitaplaşmadığı zamanlarda olmayan ve Peygamber’den sonra çıkmış âdetler nasıl din kabul edilebilir, nasıl kutsal sayılabilir, Allah’tan ve Peygamberinden başka kim böyle bir yönergeye yetkili olabilir?
Kur’an özel isim değil bir kere. “Okuma” demek. Neyin okuması? Aslında Tevrat’ın. Bu bakımdan İsa gibi Muhammed de semitik dinin tarikatı bir tür. İsa Yahudi idi, Muhammed Arap; kuzen etnisiteler ve aynı kültür havzasının insanları.
İşte bu dindarlığın, Tanrıya sitem ve şikayetin, hatta itiraz ve isyanın müminlikle ilgili olduğunu anlaması o nedenle imkansız. Kur’an’daki en ilginç sahnelerden, Allah’ın meleklerle diyaloguna hiç olmayacak anlamlar yakıştırması da bu yüzden.
Biz doğrusunu anlatalım:
“Hani Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir artçı/ardıl (halife) var edeceğim' demişti. 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi var edeceksin? Biz seni övgüyle anıyor ve takdis ediyorken' dediler. 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi.” (Bakara 30).
Melekler, yeryüzünde daha önce de ortaya çıkmış ve hayatı bozup yozlaştırmış insan türünden artçı/ardıl (halife) yeni bir nesil var edilmesine karşı çıkmış demek ki. Bunu yaratılışın hikmetine uygun bulmamışlar. Daha önce tecrübe edilmiş ve başarısız olmuş bir niyeti bir kere daha deneyeceğini beyan eden Allah’a yaptıkları itiraz, ona eleştiri aslında.
Klasik teori, Allah’ın son cümleyle meleklerin ağzının payını verdiğini düşünüyor. Buradan, insanın kendini o meleklerin yerine koyup fazla soru sormamasına ilişkin bir icap çıkarıyor. Anlamasa da inanması ve teslim olması anlayışı buradan geliyor.
Oysa ayette anlatılan diyalog, popüler Müslümanlığın iddia ettiği gibi gerçek manada, literal anlamıyla yaşanmışsa melekler basbayağı Allah’a itiraz etmiş, eleştirmiş. Karşı çıktıkları şey de, milyarlarca yıllık dünyada insan dışındaki türler hayatı anlamına uygun yaşıyor ve Allah’ı kutsuyorken, onu övgü ve şükranla anıyorken işi gücü fitne fesat çıkarma olan insan türünü tekrar varetmenin hiç de yaratılış hikmetine uygun gözükmediği. Allah’ın, buna rağmen insan türüne bir şans daha vereceğini anlıyoruz. Meleklerden de onların bilmediğini bildiğine güvenmelerini istiyor.
Torah’taki ayrıntıya göre Tanrının amacı, yeryüzünde onun yerine yöneticilik yapacak bir varlık yaratmaktı. (Bereşit 1:26-28). Bu sahnenin yorumunda, bunun Tanrının meleklerle istişaresi olduğu belirtiliyor. Meleklerin bir kısmı insanın merhametli olacağını, diğer kısmı da acımasız olacağını iddia etmiş. Tanrı her ikisinden de yaratacağını söylemiş. (Midraş Bereşit Rabbah 8:6).
Agnostikler, Tanrıyı da bu meseleleri de anlamanın mümkün olmadığını, dolayısıyla metafizik mevzuları hayatın dışında kendi özel alanında tutmak gerektiğini söylüyor değil mi? Agnostiki din dışı gören Müslüman bundan farklı ne yapıyor? Yaratılışın sırrını, Tanrının mahiyetini, hiçbir şeyi anlayamadığını, o nedenle sadece teslim olmak gerektiğini öğreten İslami tedrisat, agnostikin anlayışından farklı ne söylemiş oluyor? Bahsettiği teslimiyet de sırf ve salt metafizik. Bu dünyada yapıp ettikleriyle ilişki ve irtibatı olmayan formülasyon. Çünkü o teslimiyet, beytülmalı yağmalamayı, hak ve özgürlükleri engellemeyi, cezaevlerini siyasi mücrimlerle doldurmayı caydıramıyor. İki alanı çok başarılı biçimde ayırıyor Müslüman zihin.
Bunları konuşurken müesses Müslümanlıktan çıkarılma tehdidine zerre değer vermemeye cesaretli olmak gerek. Örgütlü ve organize dinselliğin Müslümanlığına ait olmakta heves edilecek bir şey yok zaten. Hakikat arayışının anlam ve değer taşımadığı bir din ve dinsellik o. İktidar obsesyonuyla malül, illetli, marazlı ideolojik kimlik. Varlığın anlamı, mahiyeti, başı ve sonu hakkında düşünen vicdanlara bu yüzden anarşist natürizmi öneririm. Anarşist natürizmin de müesses, örgütlü, organize, kurumsal, bürokratik, hiyerarşik, otoriteli ve otoriter dini olmaz; otoritesiz, hiyerarşisiz, saf ve pâk inancı olur.
Kalp ikna olacak ki inanç gerçekleşsin
Yapılması gereken, İbrahim peygamber gibi sormak, sorgulamak ve hakikati aramaktır: “Hani İbrahim demişti ki, ‘Rabbim, ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster.’ ‘İnanmadın mı?’ dedi. ‘Tabii ki’ dedi, ‘Ama kalbimin ikna olması için’.” (Bakara 260).
İbrahim epistemik olarak inandı, ama kalbinin ontolojik kanıta ihtiyacı vardı. Kalbin ikna olması deneyimlemekle olur. Ampiriktir yani. Bu nedenle kelam metinlerinde Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatlarına imanın şartı tahkiktir. İnceleme, akıl yürütme, muhakeme, mukayese, üzerinde düşünme, sonuç çıkarma ve karar verme. Öyle söylendiği için inanmak, yani taklitle iman ise makbul değil ve reddediliyor. (Zerkeşi, Bahru’l-Muhit, Kahire: 1992, 9/277).
Bir dinde ne kadar çok ve detaylı şekil şart, ritüel, ayin, merasim, inanç, pratik varsa mensupları tahkikten o kadar kopuktur. Akıl yürütme ve kalbin ikna olmasıyla inancı benimsememiş demektir. Bir din ne kadar basit, sade ve kolaysa mensuplarına tahkik için o kadar çok alan açmıştır.
Taklidi imanın reddi ve tahkiki imanın koşul yapılması bir usül kaidesi ve temel dini bilgiler içinde klişe olarak ezberleyip geçmek olmaz. Test edilmesi gerek. Allah’ın varlığına, birliğine ve sıfatlarına tahkikle inanmış, inceleyip araştırmayla, delillere ikna olarak iman etmiş biri çalma çırpmaya dayalı ekonomi-politik rejimi kurabilir mi mesela? Siyasi muhaliflerini derdest edip susturmayı sistematik hale getirebilir mi? Doğayı ve canlı hayatı taammüden tahrip edebilir mi? “Sizin gibi ümmettirler” (En’am 38) denilmiş hayvanlara, kedilere, köpeklere husumet besleyebilir mi? İtibar suikastleri, kara ve kirli propagandalar için trol ordusu kurar mı ya da pusuculuğu meslek seçip trol ordusuna sözleşmeli nefer yazılır mı? Bunların yaptığı bütün o kötülükler, kullandıkları kirli dil, söyledikleri yalanlar, çaldıkları paralar inanan bir insanın yapabileceği şeyler mi? Bunlar hataen, yanlışlıkla, sürçme ile içine sürüklenilmiş günah sayılacak kötü fiiller değil. Taammüden, bilerek, kasdi, hesaplı kitaplı, planlı kötülükler. Taklidi imanın mecburi sonuçları. Tahkiki iman olsaydı bu fenalıklara cüret edemezlerdi.
Ampirik olmayan Tanrı kimsenin işine yaramaz
Tahkik ürünü iman, Allah’ı görüyormuşcasına inanmak demek. Tanrının duygusal tecrübe olduğu faraziyesinde doğruluk payı var elbette ama eksik. Tanrı aynı zamanda ampirik olmalı. Yani ampirik tanıklık olmaksızın Tanrının varlığından sözetmek mümkün olmaz. Yoksa Tanrı, doğaya ampirik şahitliği kendi varlığına neden delil göstersin, değil mi?
Musa peygamber, Allah’a “Bana kendini göster, sana bakayım” demişti. (A’raf 143). Ayette bu tecrübe yöntemine itiraz yok. Sadece gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı açıklanıyor. (Şemot 33:20). Muhatapları, Musa peygambere, “Allah’ı çıplak gözle görmedikçe sana inanmayacağız” (Bakara 55) dediğinde bu beklentinin karşılanmasını çoğunlukla cezalandırma olarak görüyor tefsirler. Bu tefsirlere göre ceza olarak yıldırımla çarpılıyor ve ölüyorlar. Halbuki ayette bahsi geçen istek, Musa’nın Allah’ı görerek tecrübe etme arzusunun (A’raf 143) aynısı. Allah göründüğü takdirde neler olabileceği, Musa’ya dağ örneğiyle gösterildi. Allah dağa tecelli etti ve dağ paramparça oldu. Musa’nın muhatapları Allah’ı görmek istediğinde dağın başına gelen onların da başına geldi. Yıldırım ceza olsaydı neden diriltilsinler ve bu deneyimden ders çıkarmaları istensin? (Bakara 56). Zaten ders de çıkardılar ve dediler ki: “Bizimle sen konuş, biz seni dinleyelim; ama Tanrı bizimle konuşmasın, yoksa ölürüz.” (Şemot 20:19).
Konuyu dağıtmayalım tabii ki, ama Tanrının konuşması meselesinde vahiy teorisine dair ihmal edilemez önemde bir durum var. Rudolf Otto, Eski ve Yani Ahit’te Tanrının insanlarla konuşan, sözlü iletişim kuran bir varlık olduğunu belirtiyor. (Kutsala Dair, İstanbul: 2014, s. 28). Gerçi Torah’nın Tanrısının konuşması ile Evangelyon’un (İncil) Tanrı-insanının konuşması pek aynı sayılmaz. Tanrının konuşması ve sözlü iletişim kurması modelinin Müslümanlığın vahiy teorisine aynen kopyalandığı açık. Müslümanların vahiy teorisinde de konuşan Allah. Bu nedenle Tekvir suresindeki (19. ayet) “O (vahiy) soylu bir elçinin sözüdür” ayetindeki elçiye, hiçbir dayanağı olmamasına rağmen “vahiy elçisi Cebrail” anlamı veriyorlar. Dolayısıyla ayetlerde “Allah’ın elçisi” diye anılan Muhammed’e bir elçi atayarak onu elçinin elçisi yapıyorlar. Halbuki metnin apaçık söylediği, Muhammed Allah’ın elçisidir, vahyin elçisi değil.
Bu konuyu Kur’an’ın etnolojisi ve antropolojisini inceleyecek yazıya bırakıp devam edeyim.
Allah’ı görmek istemekte sorun yok. Bu, reddedilmesi gereken bir talep değil. Reddedilmemiş de zaten. Ama buradaki teknik sorun, bedendeki göz ve optik kapasitenin bu yeterlikte olmaması. (Enam 103). Gözlerin Tanrıyı göremeyecek olmasının fizik nedeni var. Atom altı evreni çıplak göz nasıl görsün? Hatta protez destekle bile baksa görebileceği somut bir varlık yok.
Nedir bu Tanrıyı görme isteği? Çünkü Tanrının varlığını deneyimlemeden ona inanılmasını beklemek adil gözükmüyor. Onu gözle görmek gerekmez, ama somut fiillerini görmemiz lazım. Dua adı verilen seslenmelere ve çağrılara karşılık alırsak onu görmüş gibi oluruz mesela. Kendini böyle de göstermeyen Tanrı ona inanılmayı nasıl bekler?
Gazze için ulusal ve küresel dua zincirleri kuruluyor, büyük kampanyalar tertipleniyor ama sonuç aldığı görülmedi. Yaratıcı, ya Netanyahu’yu haklı bulduğu için karşıtların duasını, çağrısını, yakarışını kabul etmiyor ya da olan bitene karışmıyor. Yahut bunların yaptığı dualar aslında Allah’ı ikna etmek için değil, Filistin endüstrisinin işler halde durması ve bağışların devam etmesi amacıyla. Yani bütün o duaları bağış sektörünün hız kesmemesi için yapıyorlar ve konunun Allah’la alakası yok. Allah’ı harekete geçirmek üzere dua ediliyorsa kazanılmış bir başarı yok.
Zulümlere müdahale eden bir Tanrı varsa Müslümanların seçtiği yerde bunu göstermek zorunda değil. Somali’de, Nijerya’da, Sudan’da İslamcı teröristlerin Gazze’den çok daha büyük istatistiklerle cereyan eden yakıp yıkmalarına, sivil, kadın, yaşlı, çoluk çocuk katliamlarına da müdahale ederdi. Orada da duanın etkisi görülmüyor. Duanın sonuç vermemesini Allah’ın yardımını haketmedikleriyle açıklayanlar vardır. İyi de yardımı kimin hakettiğini kimin haketmediğini Allah’tan bilgi almaksızın kim nasıl bilebilir?
Başka ve yeni bir gözle bakmayı deneyenler Kur’an’da dua olduğu düşünülen tüm ayetlerin temenni, beklenti ve motivasyon içerikli olduğunu şaşkınlıkla görecekler. Klasik teorinin tarif ettiği dua etkili yöntemse neden doğrulanamıyor? Açlıktan ölenler, Nazilerin ölüm kamplarında çaresizce can verenler, yokluk çekenler, ihtiyaç ve güçlük içinde çırpınanlar, zulümlerin binbir çeşidi altında inleyenler, bunlar ve daha nicesi dualar ediyor ama karşılığını alamıyor. Tesadüf eden bazı gelişmeleri duasının karşılık bulduğuna yoranlar nedensellik ilişkisini kendilerinin kurduğunu düşünmüyor.
Klasik teorinin açıklayamadığı çok sayıda belirsizlik var. Bu durumlarda başvurulan teselli, hikmetinden sual olunmaz Yaratıcı’nın işlerine akıl sır ermeyeceği. Çaresizlik sığınağında umutsuzca bekleşmenin samimi iman görüldüğü bir evren burası. “Tanrının yargılarına öyle akıl sır ermez ki, yolları öylesine anlaşılmaz ki.” (Romalılar 11:33). Bu idrak, Allah konusunda konuşup tartışmayı da, din üzerine münazara yapmayı da, şüphe ve kuşkuya kapılmayı da men ediyor. (Salih b. Abdulaziz, el-Vafi, Abu Zabi: 2006, s. 130). Bu düşünce suskunluğu ile entelektüel gelişim nasıl sağlanacak?
Müslümanlığın Allah tanımında ve Tanrı tasavvurunda sistem hatası var. Bu nedenle Yaratıcı üzerinde düşünmeyi yasaklıyor. “Yaratılmışlar üzerinde düşünün, Yaratıcı üzerinde değil” diye bir hadis de uydurulmuş. Rivayetin kaynağında bile “senedi zayıf” deniyor. (Sehavi, el-Mekasidu’l-Hasene, Beyrut: 1993, hadis 13484). Başka incelemelerde ise uydurma rivayetler arasında geçiyor. (Ali Hasan Ali el-Halebi, Mevsuatu’l-Ehadis, Riyad:1999, 3/571).
Müslüman kimlik, bu çıkmazdan çıkışı, varoluşsal sorgulama ve arayıştan uzak durmakta, entelektüel süzülmeye yardım edecek gündemleri reddetmekte, ötekini imhaya odaklanmış akredite mücadele alanları icat etmekte görüyor. Sorgulamayı inkar sayıyorlar. Çünkü dindarlıkları inançla ilgili değil, ideolojik kimlik. Allah varmış yokmuş, umurlarında değil aslında. Fiilen yokmuş gibi hareket ediyorlar.
Müslümanlığı ideolojik tutum yapan, karşıtını, onun dininden olmayan şeklinde tanımlaması. Böyle olunca doğa durumunu bozup yozlaştıran dünya görüşü asıl mücadele verilmesi gereken hedef olmuyor. Bilakis onunla uyumlulaşmış ve onu muhafazakarlaştırmış Müslümanlık canlı hayata entegrasyon, iştirak, paylaşım ve müşterekliği yücelten evren tasavvurunu hasım görüyor.
Sorgulama, inceleme, araştırma, üzerinde düşünme olmaksızın edinilen inanç, öğretilmiş ve ezberletilmiş inançtır ve Müslüman kelamcıların “taklidi iman” dedikleri kategoriye girer. Kitlesel, kolektif, alışkanlık kazanılmış rutinin parçası yani. Bu iman teoride makbul değil. Fakat Müslümanlığın praksisi, taklidi iman ve övgüyle karşılanıyor.
Müslümanlığın Tanrısına a-teist olmak annenin ak sütü gibi helal
Müslümanlığın teorisinde kastedilen ve tarif edilen anlamda bir Tanrı mevcut değil. O tanım itibariyle a-teist olanlara tercihleri analarının ak sütü gibi helal. Yahut yerleşik Müslümanlığın Tanrı tarifine tepkiyle Yaratıcı ilkesini inkar ederek ateistliği seçenlerinki en çok felsefi yanılgıdır ve Allah’ın bu gayreti cehennemle cezalandıracağını iddia eden Müslümanlık, olsa olsa kaprisli, alıngan, narsisist bir Tanrı tasavvuruyla Allah’ı tanıyordur.
Ahlaklının felsefi yanılgısının Yaratıcı tarafından mazur görüleceğinden emin olabiliriz. Buna mukabil ahlaksızın alnı secdeden kalkmasa da öteki hayatta iyilerle aynı yerde olmayacağından da. Kutsal metinlerde varlığın adalet, merhamet, muhabbet ekseninde yaratıldığına çok sayıda örnek görmemiz bu hükmü teyit için yeterli.
Ateist aktivizmin ilk, başlangıç, çıkış, kaynak hakkında açıklama yapamamasına rağmen kurduğu önerme zincirlemesindeki mantıksal ve bilimsel hata herkesin malumu. Ama buna rağmen dürüstlük ve iyilik bahsinde fire vermeyen ateistin inançsızlığındaki felsefi yanılgıda necaset, kirlilik yok. Buna mukabil yalancı, hırsız, uğursuz, yolsuz, sahtekar, hak hukuk tanımaz, hakikati umursamaz bir sözde inançlının ahvali, etimolojinin tarif ettiği anlamda inkarın esfel-i sâfilinidir (Tin 5, Romalılar 1:24-25); en sefili, en rezili, en bayağısı yani.
Uruguay’da hayatı adalet mücadelesiyle geçmiş, cumhurbaşkanı olduğunda da halkını mutlu etmeye adanmış ve kişisel ekonomik çap bakımından hayata nasıl başladıysa öyle bitirmiş inançsız “Pepe” José Mujica ile onun tam zıddı Müslüman bir lideri karşılaştırdığımızda ne söylemek istediğimiz anlaşılacak.
Dolayısıyla “eski Müslüman” manifestolarının, inanmaktan vazgeçmiş ateist aktivizmle alakasından ziyade, bilakis Kur’an’ın gösterdiği katalog değerlendirmenin yolundan gittiği söylenebilir: “Kararlılıkla dine yönel, hanif olarak. Allah’ın yarattığı doğaya, insanları içinden çıkardığı. Allah’ın yaratması değiştirilemez. Sapasağlam din işte budur. Fakat insanların çoğu anlamıyor.” (Rum 30).
Muharref Müslümanlıktan çıkanlar ahlak dinindeler. Ahlak, yaratılışa uygunluk hali. Hayatı ve inancı, varsayılan ayarlarla resetleme. Kelimenin kökeni itibariyle (hulk-ahlak) insanın doğasındaki iyi ve aydınlık tarafı aktive etme.
Ebu Süfyan’ın liderliğini yaptığı yerleşik, müesses, popüler, İbrahim’in dinine bağlılık iddialı dindarlık ve dinselliğe, Muhammed’in temsil ettiği dindarlık ve dinselliğin itirazı, protestosu ve tepkisi bu. Mukayese edersek mevcut Müslümanlık hangisinin dinine benziyor? Servet, güç, tahakküm, kayırma, ayrıcalık esnafı Ebu Süfyan’ınkine mi, yoksa mal mülkü, makam mevkiyi, imtiyazı reddetmiş, çevresindekiler arasında ayırt bile edilemeyen Muhammed’in dinine mi? Cevabı çok kolay değil mi?
Doyamadığı gerekçesiyle defalarca Mekke ve Medine’ye seyahat eden (hac dışındaki gezilere Arapça’da “umre” deniyor, turistik gezi yani) kişinin bir gezi masrafı, bir yoksulun bir yıllık maişet çabasına bedel. Ama ikisi de aynı dinden. O Müslüman, doyamıyor ve gidiyor da gidiyor; bu Müslüman ise geçinebilmek için onun bir seyahatta harcadığı meblağ için bir yıl çalışıyor. İkisi de aynı Tanrıya inanıyor ve o Tanrı ikisini de cennete koyacak öyle mi? Ha, bir de yoksul olan Müslüman bu duruma itiraz ve isyan ederse cehennemi boylayacak, varlıklı olan Müslümansa o gezilerin hatırına cennete gidecek. Böyle bir din ve Tanrı inancı bunlarınki.
Pragmatik dindarın yüksek bonusla hayattan emekli olma planı
Tanrı evreni, dünyayı, canlı hayatı neden yarattı? Bu en temel sorunun cevabı yok. Sosyal bilimler, felsefe, filoloji, hatta dinî ilimler eğitimi bile olmayan Müslüman vaizlerin çocuksu zeka seviyesindeki izah çabaları boşuna. Yetişkin aklına hitap etmiyor.
Ellerinde bir reçete var, aspirin, her başağrısı soruna onu veriyorlar. Kainat neden yaratıldı sorusuna sundukları çözüm, “İnsanları ve cinleri sadece bana tapsınlar diye yarattım” (Zariyat 56) ayeti. Klasik teori, ayete, varlığın yaratılmasının sebebi anlamını veriyor ve vurguyu “tapsınlar diye” cümlesine yapıyor. Oysa vurgu “bana” kelimesine. Ayet, “evren neden yaratıldı” sorusuna cevap değil, “kime tapılacak” sorusunun cevabı.
Dünyada muhtelif dinlerden tanınmış düşünürlerin de Tanrının yaratmaya neden ihtiyaç duyduğuna verdiği makul bir cevap bulunmuyor. Ötekinin düşünce ve sorularına empatik olabilme kabiliyetiyle göz dolduran Hıristiyan bilginlerin dikkat çekici çabalarına rağmen onlar dahi kalbi teskin eden cevaplar veremiyor. Bir de üretilen argüman, açıklama ve cevapların tamamı tahmin, varsayım, yorum. Kaynağı kutsal metinler olan önermeler değil. Yaratılışın amacına ilişkin söylenenler “neden” sorusunun cevabı olmadığı halde dindarlar durumu kurtarmak için teleolojik, gaye odaklı dikkat çekmelere yoğunlaşıyor.
Dindarlar pratik ve pragmatik bakıyor. Cevabı verilemeyen “neden” sorusu yerine “amaç” üzerinden giderek cenneti kazanmanın kolay yolunu kovalıyor. Evrenin neden yaratıldığı sorusuyla meşgul olup hiçbir şey kazanamamak yerine, yaratılma amacındaki ödevi yerine getirerek iyi bir bonusla dünyadaki hayattan emekli olmak daha kârlı gözüküyor. Sorunun halledilmeden yerinde durmasını da dert etmiyorlar. Zaten Tanrı katından bilgi ve haber gelmeden nasıl halledilecek.
Dindarlar “neden” sorusundan kaçtıklarında bu kıvrak manevradan mutlu olmakta acele etmemeli. Çünkü “amaç” izahına sığındıkları anda onları daha büyük bir sorun bekliyor.
Yaratılışın nedenini sormayı bırakıp amaçla uğraşırken insanın kulluk yapma görevinde ferahlatıcı açıklama bulamayacaklar. Allah’ın canlı hayatı ve insanları kulluk yapsınlar diye yarattığını söylediklerinde sert bir önerme ve soruya toslayacaklar çünkü: Tanrı insanın kulluk yapmasına muhtaç mı? Kulluk yapacak bir varlık yaratmadığı zamanlar eksik mi hissediyordu? Kulluk yapması, övgüde bulunması, yakarması için varlık yaratmak kimin ihtiyacı gibi gözüküyor? Yaratılanın mı, yaratanın mı?
Yarattığı insan ona inanmayı reddettiğinde bu dünyadaki hayatta veya öteki hayatta bu insanı cezalandırması Tanrıya ne kazandıracak? İnsana ne kaybettirir? Tanrıyı reddederken ona zarar verme gücü olmayan bir canlıyı mutlak kudretiyle cezalandıran, ona işkenceler eden bir Tanrı bundan ne kazanabilir? Tatmin mi?
İdeolojik kimlik olarak Müslümanlık zindanında kalmayı seçenlerin hiç düşünmediği meseleler bunlar. Muhakemeye asla başvurmaksızın sosyolojik kümenin içinde eyleşiyorlar; maneviyat seferine çıkmaksızın, inançta derinleşmeksizin, ruhsal hijyene dönük bakmaksızın. Araştırmalar da bu ahvali doğruluyor nitekim. Konda, PEW, MetroPOLL, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji’nin ortak verisine göre Müslüman kimlikle tanımlanmada en önde bayrak sallayan %70 küsurluk dilimde beş vakit namaz kılma oranı %20’lerde. Kimlik teşhiri olunca ultra heyecanlı, ama dindarlığın icaplarına sıra geldi mi dökülen kuru kalabalık. Fikir üretme, eser verme, icat yapma, üretme işlerinde sıfıra sıfır elde var sıfır, ama trollük, klavye şampiyonluğu, bağırıp çağırmalar, en kestirmeden yolunu bulmaya sıra geldiğinde çok hevesli içe kapalı toplum.
Şu tartışmaya çalıştığımız konulara neden kafa yorsunlar tabii ki. Dışbükey Müslümanlık fotoğrafıyla dünya hayatını ikame etmek varken içbükey manevi gelişimin zahmetine neden talip olsunlar. Maneviyatla meşguliyeti kim görecek de ödüllendirecek.
Hayatın neden yaratıldığı sorusu Müslüman uluların da ilgisini çekmiyor. Kayıtsızlar. Tamam da konuyla ilgilenmeyi tercih eden farklı inanç veya inançsızlıkların bu konudaki yorum, itiraz, eleştiri, hatta protestolarına niye ölümcül tepkililer o zaman? Neden tüm sesleri susturmaya gözünü dikmiş fetihçi, istilacı, tahakkümcü bir ideoloji ile hop oturup hop kalkıyorlar?
Kolektif Tanrı olmaz, her birey için ayrı ayrı var olmalı
Mevzunun Tanrının varlığını kanıtlama olduğunu zanneden dindarlık aslında işin en kolay kısmının burası olduğunu hiç anlamıyor. Ateistin “pas” dediği sorudur ilk başlangıç meselesi. Yaratıcı kudret olmadan evrenin, varlığın, canlı hayatın nasıl ortaya çıktığını açıklayamadığından. Açıklayamamayı bilimsel faaliyetin yetersizliğine bağlayıp cevap arayışını erteliyor. Bilimsel açıklama bulunana dek inanmama inancıyla yetinmeyi seçiyor. Ama bunun da bilimsel olduğunu zannederek ve iddia ederek.
Dindar ise Tanrının varlığını kanıtladığında tüm sorunların çözüleceğini varsayıyor. Halbuki asıl sorun buradan itibaren başlıyor. Varlığından şüphe duyulmayacak Tanrıyla bağlantılı soruların cevaplarını nasıl bulacağız? Elimizdeki ilahi metinlerde bu konuda hiçbir cevap yok. Görünen dünya dışındaki evren ya da evrenlere tanıklık ettiğine inandığımız peygamberlerden de bu soruların cevaplarını işitmedik. Cevap bulabilmek için iletişim ve irtibata ihtiyaç var. Tanrı insanla nasıl iletişim kuruyor? Vahiy denilecekse Tanrının insan gibi konuştuğuna inanmadığında vahyin ne olduğu sorusu var. Tanrı insan gibi konuşuyor ve davranıyorsa, yani insanın mükemmel versiyonu ise Hıristiyanların İsa’yı Tanrı görmesine neden itiraz ediyor Müslümanlar?
Tanrının var olduğunu felsefi ve mantıksal kanıtla ispatladığında düze çıkmış olmuyorsun. Hala yokuştasın ve varlığından kesin emin olduğun Tanrının neden hayatın aşamalarında varlığını göstermediğini açıklayacaksın. Filan kişinin hayatında varlığının kanıtlandığına ilişkin tanıklıklar iş görmez. Rivayetle inanç olmaz. Tanrı her birey için tek tek ve ayrı ayrı doğrulanabilen varlık olmak zorunda, aksi takdirde yaratılış anlamsız hale gelir.
Burası felsefe ve kelamın şer/kötülük/teodise problemiyle boğuştuğu düğüm. Filozoflar ve kelamcılar teodise probleminde hayır ve şerri mutlaktan göreceliye doğru derecelendiriyor. Mutlak hayır dışında her hayrın içinde şer de bulunabileceğine örnek veriyor ve mesela diyorlar ki yağmur aslında hayırla doludur ama bazen ondan zarar görenler çıkabilir, bu da onun içindeki küçük şerdir. Bir şehirdeki doğalgaz boru hattı mesela, esas itibariyle ve ağırlıklı olarak hayırdır ama kimi zaman zehirlenme ve patlama vakaları nedeniyle içinde küçük de olsa bir şer taşır. (Hasan İftiharzade, “Şurur ve Adl-i İlahi”, Faslname-i Tahassusi-yi Mutalaat-i Kur’an ve Hadis-i Sefine, 2017: 51, s. 39).
Bu örneklerin Allah’ı kolektif Tanrı yaptığının farkındayız değil mi? Birileri için hayır takdir eden Tanrı, o hayrın içindeki küçük şerrin birilerine zarar vermesi karşısında çaresiz. Büyük çoğunluğu hayır olsa bile o küçük şerden zarar gören kişi için başkalarına iyilik, kazanç, konfor, rahatlık, ferahlık getiren o hayrın faydası ne? Aksine, zarar gördüğü için onda hiç hayır görmemeye hakkı var. Tanrı, tek tek herkes için hayır takdir edemiyor mu? Edemiyorsa nasıl sonsuz kudret sahibi olur? Edebiliyor da etmiyorsa nasıl mutlak adil olur? Hele güçsüzlere ve dezavantajlılara koruma ve himaye sağlamıyorsa nasıl rahman ve rahim olabilir?
Allah-kul ilişkisi tek yanlı olamaz. Kul ona ibadet edecek ama Allah kuluna hiçbir şey vermeyecek. Bu adil bir ilişki değil. Tanrının merhametli olmasına da aykırı.
Tanrı, her kulu için tek tek rahman ve rahim olmak zorunda. Herkes için tek tek adaletini göstermek zorunda. Herkes için tek tek rızık veren olmak zorunda. Bazı insanların bu sıfatların tecellisinden faydalandığı, yararlanamayan diğerlerinin ise buna bakarak inancını güçlendirmesi gerektiği varsayımı saçma bir itikat sisteminin ürünü.
Daha kötü durumda olanlara bakarak kendi durumuna şükretme ve kanaat etme düşüncesi mantıksız, makul değil, tuhaf. Negatif inanç olmaz. Onun kötü durumu senin kötü durumunu anlaşılır kılmaz. Senden daha kötüsü sendeki kötüyü minnettarlık nedeni yapmaz. Şükredilmesi gereken yetinmeyi de meşrulaştırmaz. İnancın pozitif olması gerekir. Tanrı onun kötü durumuna da yardım etmeli, senin kötü durumuna da.
Karada ve denizde olanı bilen ve onun bilgisi dışında bir yaprağın bile düşmediği (En’am 59) hayat akışında mazlumlar, mahrumlar, yoksullar onun bilgisi dahilinde onca eziyet altında tükeniyorsa bu duruma müdahale etmemesi sonsuz kudretteki Yaratıcı’yı ne yapar? Yaratıcı hakkında bize öğretilen ve ezberletilen tasavvurda keskin bir hata olduğu kesin.
Yaşadığı yokluk, acı, zulüm ve felaketler nedeniyle Tanrının merhametinin nerede olduğunu soran isyana, Allah’ın aslında merhamet ettiği, rızık verdiği, onu koruduğu ama onun bunu anlamadığı cevabını veriyorlar. Acı içinde kıvranırken yardıma ihtiyaç duyan insana Tanrı neden onun anlamadığı şekilde yardım etsin? Bu gizli saklı, gizemli hallere ne gerek var? Onun anlamayacağı gizli saklı şekillerde yardım etmekle ne kazanıyor Allah? Amacı kuluna yardım etmekse o anlamadıktan sonra yardımın ne manası kalır?
Mesele, Allah’ın yardımına somut kanıt gösterilemeyince böyle kripto adlandırmalarla inancı kurtarma çabası kuşkusuz. Halbuki bunca dolayımla lafa bu kadar tur attırmak yerine, varsa müşahhas, elle tutulur, kanıtlanabilir örnekler göstermek yapılması gereken.
Başa gelen belaları Allah’ın o kuluna olan sevgisine bağlayan vaizler, yoksul ve yoksunlara minberden terapi uyguluyor aslında. Ücretsiz hem de. Çaresizlik ve umutsuzluğun depresif anında teselli çabası tabii ki. Yoksa kim belaya uğramaktan hoşnut olur. Bela altında ezilen birisinin yaşadığı duygusal dalgalanmayla ne hayatı hayattır, ne ibadetleri ibadet. Gerilimli hayatlarında çöküntü yaşayanlara hitaben sükunet, huzur, keyif içinde sabır tavsiye edenler karnı tok ve kaygısız insanlar. Yoksulluktan gününü nasıl bitireceğini kara kara düşünenler, onlardan sükunet, dinginlik ve tahammülle sabır tavsiyesi dinleyebilir mi?
Yoksulluk ve yoksunluk sınavına bağışık olanların, hayatlarında yoksulluk ve yoksunluktan başka bir şey bulunmayanlara sabır telkini, Tanrının ortaya çıkıp mucizevi biçimde onları o hayattan çıkarmayacağını iyi bildiklerinden. Bu nedenle sabrı, yani kendini tutmayı telkin ediyorlar. Sabra lugatta “nefsini hapsetme” denmiş. (Razi, Muhtaru’s-Sıhah, Beyrut: 1999, 1/172). Nefislerini zincire vurmalı ve hakkını arama gibi bir taşkınlık yapmamalılar. Sabır tavsiyesinin hiç de umut ve müjde içermediği gayet açık.
İslamcı radikalizmin despot Tanrısı mı, Spinoza ve İbn Arabi’nin acı çeken Tanrısı mı?
Şer problemine cüretkar bir yorumla etkili katkı yaptı filozof dinadamı Boris Gunjević. Tanrının kötülüklere müdahale etmediği ama yaşananlardan acı çektiğini öne sürdü. (Slavoj Žižek ile birlikte, Acı Çeken Tanrı - Kıyameti Tersyüz Etmek, 2013).
Tanrının hayata müdahale edip etmediğini tüm insanlar için ve küresel ölçekte doğrulamak da yanlışlamak da mümkün değil. Yeryüzünün en devasa kamuoyu araştırması da yapılsa ifadeler ve tanıklıklar sonuçta kişilerin kendince nedensellik ilişkisi ve bağının öyküsü olacak. İnancı kurtarmak için hikaye uyduracaklar da cabası. Nesnel ölçüm mümkün değil. Lakin hayata en fakir, hatta aç başlayıp öyle bitirenlerin diyarlarında tekrarlanıp duran gerçeklik örneklem olabilir. Tanrı bu hayatlara dokunsa bu halde olmazlardı.
Tanrının hayata müdahalesini olumlu ve iyi yönde sıçrama olarak tasarlayanlar için geçerli bu söylediğimiz. Böylesi gözlemlenmediğinde de Tanrının müdahale ettiğine dair teori geliştirilmiş. Fazlurrahman’ınki bu babtan. Fazlurrahman, varoluş ile Tanrı arasındaki ilişkiyi, var olma enerjisini Tanrıdan alma olarak tarif etti. (Major Themes of the Qur’an, Chicago: 2009, s. 24). İlahi nedensellik yani.
Varsayıma göre ortada işleyen bir sistem var; varoluş, yaratılış, sistem çalışabilmek ve işleyebilmek için enerjisini Tanrıdan alıyor. Ama Tanrı onun işleyişini değiştirmiyor, müdahale etmiyor. Bu işleyişte aksamalar olabilir. Mağduriyetler, haksızlıklar, zulümler vs. sistemin aksayan tarafları. Sistem kusursuz değil bu açıdan. Kusurlu. Tanrı bu kusurları giderip sistemi mükemmelleştirmiyor. Sistem kusurlarıyla birlikte devam ediyor. Ama var olma enerjisini Tanrıdan alıyor.
Peki ama kusurlara müdahale etmeyen mutlak mükemmel Tanrı, neden sistemin kusurlu yürümesine rıza gösteriyor? Kendisi mutlak mükemmelken neden kusurlu bir sistemin işlemesine enerji sağlıyor ve onu devam ettiriyor? Kusurlarda payı olmadığı söylenecekse o zaman da olan biteni sadece izlediği kabul ediliyor demektir. Öyleyse Müslümanlığın uluları neden gençler deist oluyor diye gözyaşı döküyor?
Allah’ın hayatın her alanına müdahil olduğu varsayımı doğrulansa bile bu müdahalenin öznesi mecburen Müslümanlar olacak. Görünmeyen bir el, doğaüstü tecelli ve tezahürlerle gerçekleştirmeyecek o müdahaleyi. Yani insanların aklı, birikimi, tecrübesi, eğitimi, kabiliyetleri vs. bu müdahaleyi gerçekleştirecek. “Deveni sağlam kazığa bağla, sonra tevekkül et” diyen Müslümanlar, bir kenara çekilip işi Allah’ın yapmasını beklemiyor zaten. Müşriklerin saldırılarına karşı kendini savunmayı motive eden “Savaşın onlarla ki Allah sizin elinizle onlara azap etsin” (Tevbe 14) ayetini ve benzerlerini gösteriyorlar. Ama kendini fâil gören Müslümana had bildiren ayetler de var. Mesela Enfal 17: “Siz öldürmediniz onları, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.” Veya Hac 40: “Allah, bir kısım insanları diğerleriyle savuşturmasaydı Allah’ın çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi.” Ne oldu şimdi, işi Allah’a bırakmayıp deveyi sağlam kazığa bağlama tedbiri?
Müslümanlar arasında dünyanın en aşılamaz aklına, birikimine, vasfına ve kabiliyetine sahip insanlar bulunmadıkça İslam, başka akıllıların ürettiği bilgilerin gerisinde kalacak hep. Kendini gizli özne yaparak Allah’ın müdahil olduğunu öne süren Müslümanlar, gerçek öyle olmadığı ve ilahi nedensellik beşeri faaliyetle gerçekleştiği için geride kaldıklarında tarihte yaptıklarını yapıyor. Öfkeleniyor, saldırganlaşıyor, şiddete başvuruyor, kendisine yönelik eleştiriyi, el veriyorsa güç kullanarak, değilse mağduriyet edebiyatı ve kampanyalardan medet umarak savuşturmaya çalışıyor.
Spinoza (ö. 1677) haklıysa, yani yaratıcı kudret doğanın, hatta evrenin kendisi ise ve işler kurallara, yasalara göre yürüyorsa Tanrı iradesiz demektir. Böyle bir Tanrının, yaratma eylemindeki anlam ve amaçtan yoksun olması gerekir. Bu da Tanrı kavramına aykırı. İbn Arabi’nin (ö. 1240) “feyz” teorisinde de Allah evreni yoktan varetmedi, isim ve sıfatları taştı. Yahut bizzat Allah, isim ve sıfatlarıyla taştı. Peki, taşma onun kontrolü dışında mı gerçekleşti? Taşmasını engelleyemedi mi? O zaman da Spinoza’nın Tanrısı gibi iradesiz bir kudret olur.
Müslümanlık, başına buyruk bir Tanrıya inanıyor. Dilediğini yapar, kural tanımaz, kimseye hesap vermez. İslamcı radikalizmin despot Tanrısı o. Tanrıya benzeyince onun gibi dilediğince davranmaya kendinde hak gören tiranlığın metafiziği. (Platon, Devlet, 558a, 562c).
Halbuki başına buyruk bir Tanrı değil Allah. Aklına eseni yapmıyor. Koyduğu kuralla kendini de bağlıyor. Yani ahlak, onun yarattığı varoluşun zaman akışında ilke, kural ve değer olarak yürürlükte. Vaadinden cayar mı, söz verip tutmayabilir mi? Hayır yapamaz, “Vaadinden caymaz” kuralına bağlı olduğunu baştan ilan etmiş çünkü. (Ra’d 31).
Peki ama kendi koyduğu kural ile kendini bağlayan Tanrı’nın kudret ve iradesinde eksiklik farzedilebilir mi? Meşhur paradoksta sorulduğu gibi, Tanrı kendini yok edebilir mi? Edemiyorsa kudreti sonsuz değildir. Thomas Aquinas’ın prensibiyle “Tanrı mutlak olarak mümkün herşeyi yapabilir” (Summa Teologica, NY: 2007, vol. 1 part 1, p. 138). Mümkün olmayanı yapmaz, yapamaz ama. O zaman Müslümanlığın her şeye müdahil Tanrı tasavvuru doğru değil.
Peki ama kendi koyduğu kural ile kendini bağlayan Tanrı’nın kudret ve iradesinde eksiklik farzedilebilir mi? Meşhur paradoksta sorulduğu gibi, Tanrı kendini yok edebilir mi? Edemiyorsa kudreti sonsuz değildir. Thomas Aquinas’ın prensibiyle “Tanrı mutlak olarak mümkün herşeyi yapabilir” (Summa Teologica, NY: 2007, vol. 1 part 1, p. 138). Mümkün olmayanı yapmaz, yapamaz ama. O zaman Müslümanlığın her şeye müdahil Tanrı tasavvuru doğru değil.
Nicolai Hartmann'a göre Tanrının bir plana göre yarattığı dünya içinde insan ahlaki varlık olarak ortadan kaldırılmış oluyor. (Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe, s. 107). Müslümanlığın klasik teorisindeki antropomorfik Tanrı da, kozmomorfik doğasından koparılmış insan anlayışı da ahlakı iptal ve imha ediyor. Müdahalesiz serbest bölge olacak ki sorumluluk, yükümlülük, irade, özgürlük ve tabii ahlak olabilsin.
Peygamber zamanında sosyal hayatın tarihselliğini kabul edip şimdiki zamanlarda uygun araç gereçle dindarlığı yaşamak gerektiğine kuşkusu yok Müslümanların. En mutaassıp olanı bile o günkü devenin bugün bilmem kaç beygirlik lüks araca karşılık geldiğini güle oynaya söyleyebiliyor. Dinin antropolojisine bunu yapanların sıra inanç konularına geldiğinde beş yüz, altı yüz, bin sene önceki metinlerin bilgi, birikim, algı ve yorumunu taklit etmeyi şart görmesi tabii ki kültürel şizofreni.
Müslümanlar Allah hakkında bilgisiz. Zırcahil seviyesinde. “Allah”ı dahi özel isim sanıyorlar. O derece cahil, bilgisiz, habersiz, meraksız. Allah, İbranicedeki “Yahve”nin muadili değil. Elohim’in karşılığı. Elohim çoğul kalıpta tekil kelime. Yahve ise özel isim. Allah özel isim değil, el-ilah, yani Tanrı (büyük harfle) demek. El-ilah, bir tür yaratıcı gücün tarifi. Yaratıcı gücü betimleme ve adlandırmada da kültürel farklılıklar etkin. 7. yüzyıl Hicazında el-ilah ile kastedilen Tanrının antropomorfik nitelikleri tamamen kültürel özellikli ve bundaki kusurlar da kültürden kaynaklanıyor. O kültürel zemin kullanıldığı için ayetlerde Allah tahtta kaykılıyor (A’raf 54), elini biat edenlerin ellerinin üstüne uzatıyor (Fetih 10), doğuya da batıya da dönülse yüzü karşında oluyor (Bakara 115), Musa gözünün önünde yetişiyor (Taha 39) ve başka insani özellikler.
Sorun, aynı Tanrı algısının bugünkü bilgi ve tecrübeye rağmen sürdürülmesinde. O zaman yaratıcı güç ve o kaynaktan edinilen dinin bilgisi 7. yüzyılın bilgi seviyesine gerilemiş oluyor. Müslüman idrakin bin küsur yıl geride kalakalmasının sebebi bu.
Müslümanlığın Tanrı tasavvuru, kendisinin süper versiyonu. Çocuğunun başına dikilmiş otoriter baba; her hareketini izleyen, her davranışı için kurallar koyan, azarlayan, işkence düzeyinde cezalandırmayla korkutan bir Tanrı. Belki bu nedenle o Tanrıya inananlar bulundukları her yerde şiddet, tedhiş/terör davranışlarıyla meşhur, içinde yaşadığı kültürle uyumsuzluk içinde, düzen ve intizama zıt. Ne değişmeye niyetleri var, ne yenilenmeye, ne gelişmeye. Şu halleriyle de uygar dünyada kabul görmeyi bekliyorlar. Dahası onlara yüksek standartta hayat armağan etmiş ülkelere ve fedakarlık yapan toplumlara bunu dayatıyorlar. İnsanlığın mevcut gelişmişliği karşısında bunun mümkün olamayacağı hakikatine karşı savaş açmışlar.
Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde (Medeni Din Üzerine) antik çağda din savaşı çıkmamasını, bir sitenin kendi tanrısını başka bir siteye dayatma anlayışı olmamasıyla açıkladı. İslam öncesi Mekke’de de tanrısal tahakküm olmadığı için din savaşı olmadı ve Mekke, etraftaki topraklara yayılmaya çalışmadı. Peygamber'den hemen sonra, yeni tanrı “Allah”ı evrenselleştirip tahakküm aracı yapan fetihçi anlayış zuhur etti. Ekümenik veya katolik Müslümanlık. Fetihler, istilalar başladı, yağmacılık, haraç, kölecilik hortladı. Yani ideolojik kimlik olarak müesses Müslümanlığın Tanrı tasavvurundan başlıyor mesele ve zincirleme reaksiyonla bünyeyi sarıyor. Allah’ın elçisi Muhammed gibi yeni bir başlangıç yapmak isteyen varsa işe koyulacağı sıfır noktası burası.
0 Yorum